29 Haziran 2007 Cuma


Seçim değil devrim için EMEKÇİLER SOKAĞA!

Seçim değil devrim için EMEKÇİLER SOKAĞA!
Her seçim sürecinde izlediğimiz yaygaralarına yine başladılar. Tek farkla: Eskiden kitleleri tavlamak için “sigara paketine yazılı” bir yığın yalan vaat uçuşurdu ortalıkta. Artık kitleleri kandırma gereği bile duymuyor, tümüyle yok sayarak, emperyalistlere ve işbirlikçi burjuvalara yaranma yarışını sürdürüyorlar. Emekçilerin hiçbir sorun ve talebinin söz konusu edilmediği bu seçimlerde, onlardan “Vatan, millet, Sakarya” nutuklarıyla kendilerine alet olmasını istiyorlar. Kitlelere “vatandaşlık görevleri” hatırlatılırken, onların haklarından söz eden yok.

İçerisinden geçtiğimiz sürecin, diğer seçimlerle adeta tek ortak paydası, kitlelerin alabildiğine politikleşmesi, hayatın her alanında politika konuşulur hale gelmesidir. Ancak, bu, olağanüstü bir kafa karışıklığı, toplumsal kutuplaşma ve daha geniş kesimlerin derin umutsuzluğu eşliğinde gerçekleşiyor. “Oy verecek adam yok“la, “Oy kullanmak vatandaşlık görevi” arasındaki çelişkili düşünüş ve ruh hali, özellikle ağırlığını işçi ve emekçilerin oluşturduğu bu son kesimi, kötünün iyisini bulmaya zorluyor. Bunda, sistem karşıtı/dışı bir çözüm arayışsızlığının, daha doğrusu böyle bir çözümün seçenek haline gelmemiş olmasının rolü kuşkusuz belirleyicidir.

Bu kaotik seçim ortamında, proletarya devrimcilerinin görevi de çok yönlü ve kapsamlıdır. Ancak hareketli geçen Mart-Mayıs sürecinin istimi henüz dağılmamıştır. 1 Mayıs‘ta Taksim‘in fethiyle taçlanan bu süreç, işçi ve emekçilerin özne olma özlemini yansıttığı kadar, militan, koparıcı bir önderliğe duyduğu özlemi de açığa çıkardı. Bizim açımızdan ise bu süreç, eksikliklerimizi ama bundan da önce ve çok daha fazla, yüklenince neler yapabileceğimizi bir kez daha gösterdi. Buradan aldığımız güç ve enerjiyle, tempoyu yükseltmeliyiz.

Devrevi değil sürekli!
Seçim çalışmaları her şeyden önce, busürecin siyasal-toplumsal koşulları içerisinde rahatça hareket edebilecek bir donanımı gerektirir. Karşılaşacağımız her sorunun doğru tarzda çözümünü koşullayacak ve kolaylaştıracak temel dinamiğimiz, taktiğimizin kavranma düzeyi olacaktır. Yanı sıra, propagandamızın ikna kabiliyeti, onun gücünü gerçeklerden alıyor olmasındandır. Bu nedenle, gerek burjuva partilere, gerek bağımsız adaylara oy yok derken, hiçbir tereddüde yer olmamalıdır. Çünkü mevcut parlamento bizim için “ahır”dır ve ona güveni pekiştirecek her türlü propaganda ve çalışmaya koşulsuz karşı çıkılmalıdır. Emekçilerin parlamentoya güveni, devrimi geciktirici bir faktördür ve eğer hala seçim sistemine, hükümetlere, meclise, yasalarına vb. güveniliyorsa, sistem dışı bir arayışa yönelmemelerinden daha doğal bir şey olmayacaktır. Buradan da anlaşılacağı gibi, seçimler karşısındaki tutum sadece devrevi bir şey değil, aynı zamanda devrim karşısındaki tutumdur. Bu, netlikle bilince çıkarılmalı, çalışmalar yürütülürken, “1-2 aylık bir süre” gibi bir yanılgıya düşülmemelidir.

Kaldı ki, ne gerici temeldeki toplumsal yarılma, ne iktidar dalaşları, seçim süreciyle sınırlı değildir ve olmayacaktır. Seçim sonrasında krizin daha da şiddetlenerek süreceği, dolayısıyla, kitle manipülasyonu ve yedeklenmesine dönük girişimlerin daha da artacağı bugünden görünüyor. Bu yüzden, seçim faaliyetimizin, “takvimsel bir olgu” olarak algılanması, yapılabilecek en yanlış şey olacaktır. Seçimlerden sonra temponun düşürülmesi bir yana, giderek yükselen bir politik faaliyet grafiğine ihtiyaç vardır.

Siyaset boşluk tanımıyor!
Mart-Mayıs sürecinde taktiğimizin bel kemiğini, kitle çalışması oluşturuyordu. Bu ihtiyaç her geçen gün yakıcılaşarak sürüyor. Bir tek, azdırılan şovenist histerinin geldiği boyut açısından bile, önüne durulup püskürtülemeyen her saldırının, nasıl bir dalgaya dönüştüğünü göstermesi bakımından öğreticidir. O halde, bütün devrimci faaliyetler için olduğu gibi, seçim çalışmamız da kendinden menkul bir seçim propagandası olamaz, olmamalıdır. Siyasallaştırılmış, süreklileştirilmiş bir kitle çalışması, ilişki sistematiği ve örgütlü kitle dayanaklarının yaratılmasıyla yürünmelidir. Burjuva kesimlerin ve onların partilerinin kitlelere kanca attığı, gözlerini boyayıp bilincini bulandırdığı her konuda, gözlerdeki perdeyi yırtacak, yaratıcı ve dinamik bir ajitasyon-propaganda faaliyeti örgütlenebilmelidir.

Bir yanda şovenist seferberlikçiler, diğer yanda dinci gericilik tarafından doldurulmaya çalışılan bu boşluk, öncelikle proleter devrimci siyasetin zayıflık, giderek tutukluklarıyla varolmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere, her faaliyetin merkezinde bu boşluğun doldurulması, en başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerle proleter devrimci siyaset ve örgütlenme arasındaki mesafenin kapatılması olmalıdır.

“Elim kırılsaydı”ya hazır olmak
Öncelikle, bir yanlış algılama biçimini düzeltmeliyiz: Onlar nasılsa bildiğini okuyacak (oy verecek), yine de ‘’Biz doğruları söyleyerek, teşhirimizi yaparak geleceğe yatırım yapalım‘’ anlayışı doğru olmadığı gibi, çalışmanın sonuç alıcığını da baştan sakatlar. (Ki bu anlayış sadece seçim çalışmasında değil, kitlelerin hazır olmadığını düşündüğümüz başka konulardaki çalışmalarda da görülmüştür.) Unutmamamız gereken şudur; bir önceki seçimlerde milyonlarca insan, oy kullanmama tavrını kendiliklerinden gerçekleştirmiş, rejimle aralarındaki mesafenin altını çizmişlerdi. Dokunduğumuz her kesimde, aslında düzen partilerinden beklentinin ne kadar düşük olduğunu ya da hiç olmadığını görüyoruz. Yapmamız gereken, onların kafalarındaki güvensizlik ve çelişkileri büyütüp, netleştirerek sonuca götürmek, oy kullanmamalarını, geçersiz oy kullanmalarını ya da sandığa taleplerinin yazılı olduğu pusulaların atmalarını azami ölçüde sağlamaya çalışmaktır.

Bir başka olgu, kitlelerin belleğini tazeleme ihtiyacıdır. Her seçim öncesi, salt oy avcılığı için, saldırılar ertelenir. Ama seçim biter bitmez, zamlar, işçi kıyımları, yeni baskı yasaları, yasaklar peş peşe sökün eder. Ve biz kitlelerden “Elim kırılsaydı da…” sızlanmaları dinleriz. (Bu o kadar öyledir ki, eğer bu dua kabul olsaydı, kimbilir kaç milyon insan şu anda elsiz geziyor olurdu!) Hem bunlar hatırlatılmalı, ama hem de seçim sonrası doğacak hayal kırıklığı, beklentisizliğin ve öfkenin büyümesi etkenlerine müdahaleye hazır olunmalıdır. Fakat her faaliyetimiz gibi bu da somut ve yine böyle olduğu takdirde yaşanacakların neredeyse soluklarının hissedilebileceği ölçüde canlı olmalıdır. Genel geçer teşhir kalıplarıyla kendi kendimizi sınırlamamalıyız. Başta kendi yazınımız olmak üzere, hızlı bir arşiv çalışmasıyla kolayca bulabileceğimiz materyallerden, onların vaat ve söylemleri ile yaptıkları arasındaki uçurumu yeniden, yeniden sergilemekten yorulmamalıyız. Ve tabii neden böyle olduğunu, kapitalist sistemin başka türlüsüne yol vermeyeceğini, tek gerçek çözüm yolunun proleter sınıf merkezli ve devrimci bir siyaset hattı olduğunu anlatmaktan yılmamalıyız.

Seçimlerin içerisinde geçtiği ve hatta daha da kaotikleşerek seçim sonrasında da sürecek olan siyasal ve toplumsal koşullara devrimci uyum ve refleksi geliştirerek sonrasına taşınacak bağlantı halkalarının yaratılması hem şarttır- hem de seçim çalışmalarımızın temel ölçütü olacaktır. Seçim kampanyası, bunun bir sonraki halkası dönemsel taktiğimiz olan “Kölece Çalışmaya, Kölece Yaşamaya Hayır“a bağlanarak ilerleyecek bir çalışma olarak düşünülmeli ve yürütülmelidir. Dolayısıyla, seçim propaganda ve çalışmamızın merkezinde, kampanyamızın hedefleri ve siyasal çağrılarımız yer alacaktır.

Alanlarda derinleşme
Buradan hareketle, çalışmalardan sonuç alabilmek için belli bir derinleşme ve yoğunlaşma gereklidir. Merkezi ajitasyon-propaganda materyallerinin yaygın dağıtım ve yayımı dışında, çalışmaya belli alanlarda oylum kazandırmalı ve adeta kanırtarak sonuç alınmalıdır. Bu alanlarda merkezi materyallerin yanı sıra, seçim politika ve sloganlarımız yerelleştirilerek, bol miktarda yerel doküman çıkarılmalıdır. İçerisinde çalışma yürütülen, havza, işyeri, bölgenin vb. en yakıcı sorunları, seçim politikamızla, kampanya talep ve hedeflerimizle örtüştürülerek yeniden formüle edilmelidir. Örneğin, çevre sorunu yaşanan bir alanda “Kansere oy yok“, “Sağlıklı ve insanca yaşam sosyalizmde“, iş cinayetlerinin, işçi kıyımlarının olduğu yerlerde, “İş cinayetine oy yok“, “İşsizliğe oy yok“, “İşsizlik sorununu sosyalizm çözer” vb. vb. gibi. Kadınların, gençlerin, çocuk işçilerin, kayıt dışı çalışan işçilerin vb. en yakıcı olanından başlayarak sorunlarıyla kapitalizm arasındaki doğrudan ilişkiyi kısa, net, vurucu ve yaşamlarının içinden örneklerle göstermekle yetinmeyip, karşısına devrimci çağrılarımızı koyarak çıkmalıyız. Kitlelerin yakıcılaşan sorunlarının daha da çıplaklaştığı bu koşullarda, kampanyamızla kitlelerin buluşturulması olanağı fırsata dönüştürülmelidir.

Geleceğin güveniyle yürümeliyiz
İşçi sınıfının merkezde durduğu kitle çalışmasını yürütürken, temel olan, onların özneleştirilmesidir. Her alanda, işçi ve emekçilerin sözü ve inisiyatifi yükseltilmeli, aktifleşmelerinin önü açılmalıdır. Bugünkü sıcak siyasal ortamda, kendi çıkarları ile sistemin çelişkilerini görmeleri için azami çaba sarfedilmelidir.

Yöntem ve araçlarda ise, alabildiğine çeşitlilik ve zenginlik yaratılmalıdır. Sanattan, sokak gösterilerine, serbest kürsülerden standlara, kimi düzen partilerinin mitinglerini kendi kürsülerimiz olarak kullanmaya varıncaya dek tüm deneyimlerimiz harekete geçirilmelidir. Ancak, asla bununla yetinilmemeli, yeni yöntem ve araçlar bulmak konusunda yaratıcı ve dinamik olunmalıdır.

Şimdi kokuşmuş ihtiyar düzenin karşısında, bir gelecek bayrağı gibi dalgalanmalıyız. Diri, dinamik ve her daim genç sesimizle alanları doldurmak için şimdi öne çıkma zamanındayız.

"Dokunmayın kontrama"

Kuvvacılar dertli! Cephanelik ev operasyonları kendilerini ve TSK'yı yıpratıyormuş!


Refleks karargahı ile ilgili bugün gözaltına alınan 2 kişi serbest bırakıldı. Polis gözaltılarla yakından ilgilendi.
Kuvvai Milliye adlı 4 ayrı/aynı sivil soslu kontra örgütlerinden birinin başkanı olan Bekir Öztürk bir basın toplantısı düzenleyerek, "İki haftadır, Oktay Yıldırım üzerinden yapılanlar Kuvvai Milliyeciler ve TSK'ya yönelik bir yıpratma ve yıldırma çabasıdır" dedi.

Ümraniye'deki MGK bağlantılı evdeki silah ve patlayıcıların sahibi olan emekli Astsubay Oktay Yıldırım bu kontra derneğin Genel Yönetim Kurulu Üyesi ve İstanbul Temsilcisi.

Basında yer alan haberlerin dernekde istifalara neden olduğunu belirten Öztürk'ün asıl sıkıntısını ise maddi açıdan zor duruma düşmeleri oluşturuyor.

Olayın tutulacak yanı yok! Önce itiraf gibi savunma:

"İhbarın Trabzon kaynaklı olması, olayın Danıştay saldırısı ve Dink cinayeti ile ilişkilendirilmesi konuya derinlik kazandırma çalışmalarıdır."


O fotoğraf! Sağ baştan sayıyoruz: Yüzbaşı Muzaffer Tekin, Kuvayi Milliye derneği başkan yardımcısı Hüseyin Görüm, Albay Fikri Karadağ ve Astsubay Oktay Yıldırım.
Biraz demagoji:

"Suçu sabit görülünceye kadar insanların suçsuz kabul edilmeleri ilkesinden hareket edilmesi gerekirken, bir kısım medya mahkeme gibi davranıp gözaltındaki insanları hüküm giymiş gibi sıfatlandırmakta, yargısız infaz yapılmaktadır. Medyada insanların yan yana çekilmiş fotoğrafları suç unsuru gibi takdim edilmektedir."

Gerisi vatan - millet - sakarya:

"Oktay Yıldırım bir Güneydoğu gazisidir. Tutuklanmadan önce haftanın üç günü GATA'ya tedaviye gidiyordu. Oktay bir vatanseverdir."

DERTLENMEYİN ORDU DURUMA EL ATTI!


Refleks karargahları operasyonunun Ümraniye'den Eskişehir'e sıçraması... Eskişehir'in ise Atabeyler'e uzanması üzerine Genelkurmay Askeri Savcılığı, Ümraniye'deki refleks karargahında çıkan cephanelikle ilgili olarak soruşturma başlattığını duyurdu.

İlerleyen günlerde de davanın askeri mahkemelerin görev alanına girdiğini ilan edip ödüllendirme işlemlerini hızlandırırlar!

Bu arada Eskişehir'deki cephanelik evin sahibi olan emekli Binbaşı Fikret Emek'in Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bağlı olarak görev yaptığı ve 2 yıl önce "emekli" olduğu öğrenildi.

Emek, Muzaffer Tekin'in ifadesinde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ni ondan temin ettiğini itiraf etmesi üzerine gözaltına alınmıştı.

Devşirmeler ve Dönekler

Rahmi Yıldırım'dan dönekliğin ekonomi politiği sürüyor. Serinin 3. ve 4. yazısı:

dönmekRahmi Yıldırım - sansursuz.com

Dönekliğin ezilen sınıf saflarından ezen sınıf saflarına geçiş olduğundan, bu bağlamda soldan sağa geçişi ifade ettiğinden, devşirme geleneğinin tarihsel mirasçısı olduğundan, modern devşirmeler olarak itirafçı ve dönek devşiriminin askeri darbe dönemlerinde, ezilen sınıf mücadelesinin yenilgiye uğradığı dönemlerde zirveye çıktığından söz ediyorduk. İtirafçıların egemen sınıfın silahlı savaş örgütlerinde tetikçi olarak görevlendirildiklerini, döneklerin ise ideolojik/politik savaşın tetikçileri olarak devşirildiklerini söylemiştik.

Dönekler


Söylediğimiz gibi itirafçılık sosyal hayatta ve siyasette de geçerli bir olgudur. İtirafçılığın bu türüne dönmek denir. ‘Dönek’lerin kendilerine yakıştırdıkları niteleme ise değişmek.

Olumlu bir anlam taşıması nedeniyle dönekler, geçirdikleri mutasyonu değişmek ve gelişmek olarak yüceltirler. Oysa, şu ya da bu nedenle katıldıkları sol mücadelede iğreti olarak edindikleri kimliği ve kişiliği bırakıp asli kimliklerine ve kişiliklerine kesin dönüş yapmışlardır. Resmi görevlilerin illegalite itirafçılarına yakıştırdıkları “gerçekçi” adlandırması belki de dar anlamıyla, yani bireysel çıkarını gerçekleştirme anlamıyla, en çok sosyal-siyasal itirafçılara yakışır.

İdeolojiler arası geçişler ideolojilerin tarihi kadar eski olsa da döneklik, esas olarak, ezilen sınıf ve cemaat saflarından ezen sınıf saflarına geçmek, kimliğini, kişiliğini, beynini ve kalmışsa vicdanını egemen sınıfa ve onun ideolojisine kiralamak ya da tapusuyla birlikte satmaktır.

Ezilen sınıf ve katmanların mücadelesi "sol" mücadeledir, muhalif mücadeledir. “Sağ” düzeni değiştirme değil, koruma ve sağlamlaştırma amacındadır. Sağ, üretim araçlarının özel mülkiyetine, bireyciliğe, sermayenin üstünlüğüne, insan tabiatının ve düzenin değişmezliğine vurgu yaparken; sol, üretim araçlarının kamusal mülkiyetine, kolektivizme, emeğin üstünlüğüne, düzenin emekçiler yararına değiştirilmesine, insan doğasının iyiye doğru değişeceğine vurgu yapar. Bu yüzden ‘dönek’ dendiğinde ‘sol’dan ‘sağ’a geçenler akla gelir. ‘Sağ’dan ‘sol’a geçiş yadırganmadığı için döneklik olarak adlandırılmasına gerek duyulmamıştır.

Dönekler modern devşirmelerdir. İmparatorluk dönemi devşirmeleri gibi soyuna ve kökenine yabancılaşıp düşmanlaşırlar. Egemen sınıfın ezilen sınıfla silahlı savaşında tetikçi olarak devşirdiği itirafçılardan farklı olarak, dönekler ideolojik/politik savaş için devşirdiği entelektüel tetikçidirler.

Cumhuriyet döneminde soldan sağa dönek devşirimi 1920’lerde başlamasına karşın, itirafçı ve dönek devşirimi esas olarak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurumsallaştı.

Çünkü, hep muhalefette kalsa ve ezilse de sol dünya görüşü Türkiye’nin tarihinde öncü rol oynadı. Sadece ideolojik düzlemde değil, bilimden sanata kadar entelektüel hayatın her alanında emek eksenli sol dünya görüşü, sermaye eksenli sağ dünya görüşünden daha etkili oldu. Kültürel üretim, neredeyse solun tekelinde gelişti. Türkiye’de solun entelektüel belirleyiciliği, “sınıfların kalmadığı” (!), “ideolojilerin öldüğü”(!), “tarihin sonunun geldiği”(!), sanatta ve bilimde yaratıcılık yerine taklidin önem kazandığı neo-liberalizm döneminde de tam olarak kırılamadı.

Bilinir ki, hangi devlet düzeninde olursa olsun, halkın rıza göstermediği kararları uygulamak bir süre için olanaklı olsa da uzun vadede halkın onay ve sempatisini kazanamayan bir yönetimin ayakta kalması mümkün olmaz. Sınıflı toplumlarda mülk ve servet sahibi sınıfın hegemonyasını halka kabul ettirmenin başlıca yöntemleri zor kullanmak, satın almak, ikna etmek ya da inandırmak olagelmiştir. Modern halkla ilişkilerin doğuşuna değin geçen tarih diliminde iktidarların sürdürülebilir kılınmasında her üç yöntem de ihtiyaç duyulduğu ölçüde uygulanmıştır.

Günümüzde de iktidarları sürdürülebilir kılmanın dördüncü bir yöntemi bulunamamıştır. Bir yenilik olarak, daha doğrusu bir farklılık olarak, geçmişte inandırma ve ikna etmenin daha çok dinsel pratik olarak gerçekleşmesine karşın, günümüzde ikna etme ve inandırmanın, yani “gönüllü kulluk” üretmenin daha çok halkla ilişkiler pratiği olarak gerçekleşmesinden söz edilebilir.

Türkiye’de halkla ilişkiler, modernleşmenin gecikmesine ve sömürgeleşme süreci olarak gelişmesine paralel olarak 1970’lerden itibaren gelişebildi. 2000’li yıllara değin Türkiye’nin kültürel tarihinde, iletişim ve halkla ilişkiler pratiğinde sağ, sol kadar etkili olamadı, üretken entelektüeller yetiştiremedi. İslamcısı, ülkücüsü, muhafazakârı ve liberali, ufuk açıcı eserler üretmek yerine yontulmamış bir anti-komünizm edebiyatı yapmak ve sola karşı devletin kaba güç kullanımını savunmak ve teşvik etmekle yetindi.

Ne ki, Türk sağının kaba anti-komünist yobazlıkla zihinleri formatlanmış, dünyayı ve insanı algılama yeteneğinden yoksun kadroları, 1980’den sonra emperyalist sermaye ile daha derinliğine entegrasyon sürecine giren Türk kapitalizminin yeni süreci sırtlayacak kadro gereksinmesini karşılamakta yetersiz kaldı. Sermayenin dünyayı algılama ve uyum yeteneğine sahip, verili düzen için meşruiyet üretecek işlek beyinli kadroya ihtiyacı vardı. Türk sağı sermayenin küresel entegrasyon sürecini hemen sırtlayacak kadro ihtiyacını karşılayacak yeterlilikte değildi. Çünkü, ‘sol’dan farklı olarak ‘sağ’, dünyayı, toplumu ve insanı algılamada ve kavramada, sorgulamaya ve ileriye doğru değişmeye açık bilimi değil, sorgulamaya kapalı inancı esas alıyordu. ‘Sağ’ sermaye sınıfının gereksindiği kadroyu temin etmekte yetersiz kalınca, ihtiyaç soldan kadro devşirilerek karşılandı. Sadece holding yönetim kurullarında, reklam ve medya sektöründe değil, hükümetlerde bile soldan devşirilen kadrolar görev almaya başladılar.

Kimileri, ruhunu, vicdanını, beynini, kimliğini ve kişiliğini tapusuyla birlikte sermaye sınıfına satarken, kimileri kiraya vermekle başladılar. Kiralıklar da tecrübe süresinin sonunda kadroya dâhil edildiler. İster tapusuyla birlikte transfer olsun, ister kiralık gelsin, tek koşul, devşirmenin devrim ve sosyalizm fikrinden vazgeçmesi, dünyayı değiştirmek yerine kendisini değiştirmesiydi. Onlar da öyle yaptılar. Artık ne sınıf kalmıştı ne de düzeni ezilen sınıflar lehine değiştirme fikri! Aslolan, düzeni değiştirme fikrinin itibarsızlaştırılması, sermaye düzeninin kutsanması ve ezilen sınıfların modern “gönüllü kulluk” bilincine alıştırılmasıydı.

Rol modeli döneklerden kimi, “Onlar Uyanırken” adıyla “Türk Sosyalistinin El Kitabı”nı yazdıktan sonra 12 Mart darbesi döneminde hapse atılınca uyandırmayı bırakıp kendisi “uyandı”.

Kimi, yine 12 Mart döneminde Filistin’e yolcu olduktan sonra yoldan çıkıp tapınmadığı, entelektüel silahşoru olmadığı güç bırakmadı; nihayet 1980’lerde ABD emperyalizmini kıble bildi.

Kimi de ciddiye alınacak isyankâr bir geçmişi olmadığı halde, dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine kendisine sahte bir sol özgeçmiş uydurup, 1980’lerde “Elveda Başkaldırı”yı kaleme aldı. “Psuedo isyankâr” sermaye medyasının amiral gemisinde kaptan köşküne kurulduktan sonra dönek takımının kaptanlığını da üstlendi, her fırsatta dönekliği meşrulaştırmaya koyuldu.

Peki, niçin döndüler? Dönmek bu kadar kolay mıydı? Nasıl oldu da sermaye sınıfı soldan sağa devşireceği bolca dönek bulabildi?



Dönekliğin ezilen sınıf saflarından ezen sınıf safına geçiş olduğundan, Osmanlı’nın devşirme pratiğinin modern mirasçısı olarak itirafçılık ve dönekliğin sol hareketin ezildiği 1980 askeri darbesinden sonra kurumsallaştığından, sermaye sınıfının neo-liberalizm sürecini sırtlayacak kadro gereksinmesini ‘sol’dan transfer yoluyla karşıladığından söz ediyorduk.

Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) eski şeflerinden Willy Brandt’a atfedilen, “19’unda komünist olmayanın kalbinden, 29’unda kapitalist olmayanın aklından kuşku duymalı” özdeyişinin dönekliği açıkladığı öne sürülse de döneklik, gençken komünist olanın aklı başına geldikten sonra burjuvalaşmasından öte bir olgudur.

Döneklik esas olarak, ‘sol’dan ‘sağ’a geçmek ve sınıf savaşında, itirafçının burjuvazinin silahlı savaş örgütlerine transfer olup tetikçilik yapması gibi, burjuvazinin ideolojik/politik savaş örgütlerinde entelektüel tetikçilik yapmaktır. Dönekten beklenen, düzeni emekçi sınıflar lehine kökten değiştirme fikrini itibarsızlaştırmak, dönekliği ve sermaye düzenini kutsamaktır.

Bu bağlamda döneklik ahlaki sapmadır, politik ve ideolojik sapmadır.

Ahlaki sapma olarak döneklik


Dönek ahlakı, döneklerin anlatımlarında ikiyüzlülük, sadakatsizlik, aldatmak ve ihanet olarak itiraf edilmektedir.

Peki, niçin ikiyüzlüdürler, niçin sadakatsizdirler, niçin aldatıp ihanet etmektedirler?

İsyan diyalektiği bağlamıyla sınırlı naçizane bir yanıt vermeye çalışalım.

Uygarlık dönemi tarihi, sosyal sınıflar arası savaş tarihidir. Modern sınıflar arası savaş, ideolojik, politik, ekonomik, demokratik cephelerde verilir. İdeolojik politik mücadelenin örgütü parti, ekonomik demokratik mücadelenin örgütü sendika ve derneklerdir. İnsanlar, ezen / ezilen, sömüren / sömürülen çelişkisinin dayattığı hayatın zorlamasıyla sınıf savaşının bir cephesinde bulurlar kendilerini ya da çoğunlukla pasif seyirci olurlar. Edilgen seyircilik de aslında egemen sınıf yararına bir konumdur. Zaten edilgen çoğunluk yüzünden “Böyle gelmiş böyle gider!

Böyle gelmiş olsa da hep böyle gider mi? Hep böyle gitmeyeceği bir umuttur. Teğmen Ömer Yazgan’ın idam sehpasına çıkmadan 10 dakika önce kelepçeli elleriyle yazdığı gibi, “Halkımızın yazgısı bu değil. Çok evladını kaybetti. Ama bir gün kazanmayı da öğrenecek.”

İnsanlar doğrudan sınıf çıkarını ifade eden bir tutumla mücadeleye katıldıkları gibi, sınıf çıkarının dolaylı tezahürü olarak ulusçu, cinsiyetçi, dinsel vs. nedenlerle, hatta bireysel nedenlerle mücadelede taraf olabilirler. Sınıf savaşında sınıf bilincinin çarpıtılmaya en elverişli muharebeleri, ulusçu, cinsiyetçi, dinsel zeminlerde verilir ve çoğunlukla egemen sınıfın lehine gelişir. Çünkü, sınıf ayrımının yok edilmesini hedeflemeyen muharebelerdir.

Ezilen sınıfın saflarında mülksüz emekçilerin yanı sıra, yüzü hem emekçi sınıflara hem egemen sınıfa dönük küçük burjuva sınıfından hatta egemen sınıftan gelen katılımcılar da görülür. Devrim ve sosyalizm dalgasının güçlü olduğu dönemlerde, burjuva ve küçük burjuva aydınlarındaki maceracı ruhun tatminine elverişli bir zemin oluşur, orta ve yüksek gelir gruplarından da bu dalgaya kapılanlar olur. Dalga kırıldığında ya da geri çekildiğinde ise genellikle saf değiştirirler.

Türkiye’de 1980 öncesinde ezilen sınıf adına isyankârlık ve devrimcilik kimilerince geçer akçeydi; kültürel hayatta şöhretin yolu, ezilen sınıflar safında görünmekten, ‘sol’da şöhret olmaktan geçiyordu. Sol mücadelenin saflarına, emekçilerin ve (ahlaki anlamıyla) idealizm yüklü gençlerin yanı sıra, şöhret ve serüven heveslileri de doldu. Dönekler çoğunlukla, şöhret olmak, aidiyet ve kimlik gereksinmesini karşılamak, egodaki kimi heves ve eğilimleri tatmin etmek için mücadele kervanına katılan, burjuva ya da küçük burjuva karakterli geçici yol arkadaşları arasından çıktılar. Bu yüzden döneklik çoğunlukla devrim dalgasının güçlü olduğu dönemde baskı altına alınmış asli kimlik ve kişiliğe kesin dönüştür.

Ne ki, dönecek kişi hemen dönmez. Dönekliğin de bir kuluçka dönemi vardır. Döneceğinin işaretlerini en çok kuluçka döneminde verir. Kuluçka dönemi genellikle yenilgi dönemlerine rastlar. Yanı sıra, egemen sınıfın her dönemde geçerli açık zorbalık ve satın alma taktikleri de dönek adayını kuluçkaya yatırır. Dönek adayı isyankâr kimliği zaten iğreti olarak edindiğinden, kulağa hoş gelen mücadele sloganlarını papağan gibi ezberlemekle yetinir. Rahatını bozup fedakârlık etmekte zorlanır, gel keyfim gel bir mücadele tarzı tutturur. Bu dönemde, ortak mücadelenin vicdanında biriktirdiği değerleri artık yük olarak görmeye başlar, hem kendisine hem yol arkadaşlarına karşı ikiyüzlü davranır, aldatmaya ve ihanete hazırlanır.

“Psuedo isyankâr, psuedo dönek”


Hürriyet Gazetesi Genel yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ciddiye alınacak isyankâr bir geçmişi olmasa da, kurguladığı sol özgeçmişe ilişkin anlatımları, dönekliğe götüren ikiyüzlülüğün, sadakatsizliğin, aldatmanın güncesi gibidir.

Gerçekten de Ertuğrul Özkök’ün ciddiye alınacak sol bir geçmişi yoktur. İsyan adına edebildiği tek “itiraf”, “1966 yılında Ankara Güniz Sokak'taki küçük öğrenci odamın duvarında yan yana duran posterlerden ikisi Karl Marx ve Rolling Stones'un solisti Mick Jagger'dı” cümlesinden ibarettir. (Hürriyet, 24 Kasım 2001).

Karl Marks posterini gerçekten asmış mıdır, o da kesin değildir. Asmışsa bile yanına kimin posterini astığı da kuşkuludur. Demektedir ki, “Aynı yıllarda benim odamın duvarında Jimi Hendrix'in ve bir başka Fransız kadın şarkıcı Françoise Hardy'nin fotoğrafı vardı. Yan tarafta ise Karl Marx'ın posteri asılıydı.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 4 Ocak 2004).

Odasındaki poster savaşında kimin galip çıktığı gerçekten muammadır. Che Guevara’nın katledilmesine sözümona ağıt yakarken demektedir ki, “Che Guevara'nın öldürüldüğü gün. Delikanlılığımın küçük odasının duvarlarındaki poster savaşında James Dean'i hezimete uğratan o sakallı adamın öldürüldüğü gün.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Ekim 1997).

İsyankârlığına gösterebildiği tek tanık Murat Karayalçın’dır. “Karayalçın’la aynı yıllarda Siyasal Bilgiler’in çatısı altında olmuştuk. İkimiz de solun şu ya da bu kanadında yer almış, çoğu kez ‘devletin bakışı’ ile ters düşmüştük.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Mart 2003)

Oysa solun şu ya da bu kanadında yer almış, ‘devletin bakışı’ ile ters düşmüş değillerdi. Dahası, isyan döneminde Murat Karayalçın üniversitede sağcı bir derneğin yöneticisiydi, eşi Neşe Hanım’la tanıştıktan sonra eşinin zorlamasıyla sosyal demokratlığı benimsedi ve Özkök ile birlikte “solun şu ya da bu kanadında” yer aldıklarına tanıklık ettiği duyulmadı. Yani Murat Karayalçın, psuedo bozacının şıracısı mıdır, belli değildir.

Rol modeli “isyankâr”, 1970’li yıllarda Paris’te devlet burslusu yüksek lisans öğrencisidir. Paris’teki isyan dalgası zaten geride kalmıştır ve Özkök’ün o tarihlerde isyankâr olduğuna ilişkin açık bir itirafı yoktur. Rivayet odur ki, o tarihlerde merkezi Paris’te bulunan Türkiyeli ve Kıbrıslı Öğrenciler Derneği’nin üyesidir, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini kınayan bildirisini imzalamıştır. Ne ki, Özkök, itiraflarında bu eyleminden hiç söz etmemiştir.

Paris’ten Türkiye’ye döndükten sonra Hacettepe Üniversitesi’ndedir. Hâlâ ‘sol’cudur ve eylemlere bile katılmaktadır! “Bedrettin Cömert öldürüldüğü sabah aynı öfkeyi ben de duymuştum. Ben de aynı öfkeyle sokağa dökülmüş, öğretim üyelerinin hakkı olmadığı halde eylem yapmıştım.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 14 Aralık 2000)

Ne ki, dönemin başka tanıkları da vardır. “Ben Ertuğrul Özkök'ü sizden önce tanırım... 1978-79'lara gider tarih... Hacettepe Üniversitesi'nin Beytepe Kampüsü koridorlarından... Son sınıf öğrencileri bizler, hocamız Emre Kongar'ın asistanı ‘Ertuş’la o zaman tanışmıştık. Bakmayın siz onun şimdi ‘eski solcu muhabbetleri’ yaptığına... O günlerin sapa köşesine kadar solcu Beytepe'sine dizleri titreyerek gelir; gerçek solcu hocalar ve öğrenci elebaşlarına bir ‘lale’ yüz ifadesiyle sevimli görünmeye çalışırdı... Onlardan korkmasının nedeninin savunduğu fikirler falan olduğunu sanmayın sakın; o zamanlar üniversite koridorlarında onun gibi omurgasız, renksiz fırıldaklardan hoşlanılmazdı; böyleleri taciz edilirdi...” (Yetkin İşçen, Dördüncü Kuvvet Medya, 1 Şubat 2002)

12 Eylül 1980 darbesi döneminde Bülent Ecevit’in çıkardığı Arayış adlı dergide yazmaktadır. Bazen imzalı bazen imzasız. Mücadele koşulları sertleşmiştir, fedakârlık etmesi gerekmektedir; ama, ahlakı “aldatmak ve sadakatsizlik” üzerine kurulu dönek adayının zayıf kişiliği, iğreti olarak edindiği asi kimliği taşıyamaz hale gelir; korkunun tutsağı olur. Birkaç ay hapis yatma olasılığı bile yüreğini daraltmaya yeter. İmzasız bir yazısı hakkında soruşturma açılır. Mahkemede yazının gerçek sahibi olduğunu açıklayacak cesareti yoktur. Yazı işleri müdürü Nahit Duru, meslek namusu uğruna olsa gerek, sorumluluğu üstlenip cezaevine girer, 2 ay 15 gün hapis yatar. “Psuedo isyankâr” yazının gerçek sahibi olduğunu 20 yıl sonra açıklama cesaretini ancak bulur; korkaklığını da “ortak idealin dayanışma duygusu” ile açıklama yüzsüzlüğünü gösterir:
Yazdığım bir yazıdan dolayı başka birinin 2 ay 15 gün hapis yatması bende nasıl bir etki yarattı? Bir suçluluk hissettim mi? Çok tuhaf, o kadar fazla hissetmedim. Çünkü o günler, ortak bir idealin ve dayanışma duygusunun yarattığı iklimde yaşıyorduk. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 27 Temmuz 2004)
Dönek ikiyüzlüdür, sadakatsizdir, korkaktır, her an kaçacakmış gibi mücadelenin kıyısında gezinir. Bırakıp gideceğinin işaretlerini en çok kuluçka döneminde verir. Döneklerin kuluçka dönemi ya zalim sınav anında sona erer ya da buna gerek kalmadan bütün toplumun sınava girdiği cinnet döneminde dönek adayı yumurtadan çıkar. “Psuedo isyankâr” ise bu kuralın dışındadır. Dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine ‘Elveda Başkaldırı’yı yazarak, dönekliği sahiplenip kendisine sermaye yapar, “psuedo dönek” olur ve askeri darbeye methiye düzer:

Benim de aralarında bulunduğum çok sayıda insanın hayatı bu müdahale sayesinde kurtulmuştur.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 23 Ağustos 2003)

Özcesi, Ertuğrul Özkök, isyankâr bir geçmişi olmasa da, dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine “durumdan vazife çıkarmış”, kendisine sahte bir sol özgeçmiş uydurup, sahte özgeçmiş itiraflarıyla dönekliğin rol modeli olmuştur. Her şeye karşın, kurguladığı rol modeli, dönekliğin psiko - sosyal - politik anatomisini açıklamaya yeterli ipuçlarını vermektedir.

Özcesi, kuluçkadan çıkan dönek, kendisini kurtarma, egosunu tatmin etme içgüdüsüyle ideolojik ve vicdani yüklerini boşaltır. Yükünden kurtulup hafifleyen, devşirilmeye hazır hale gelen dönek “iç oğlanı” kaydedilir, önüne dünya nimetleri serilir:
Aydın Bey bana iyi para veriyor. Aydın Bey hayal edemeyeceğim bir hayat seviyesini bana sağladı. Biraz da primler var tabi. Beykoz konaklarında evim var. Rahat yaşıyorum. (Habertürk, 23 Eylül 2002)
Kendisine bahşedilen dünya nimetlerinin elbette bir bedeli vardır. Artık kendisinden beklenen, zaten hiçbir zaman içten gelerek benimsemediği düzeni kökten değiştirme fikrini itibarsızlaştırmak, dönekliği ve sermaye düzenini kutsamaktır.

Dönek Ahlakı: İkiyüzlülük, Aldatmak, Sadakatsizlik


Dönek ahlakının, ikiyüzlülük, sadakatsizlik, aldatmak ve ihanet olduğunu söylemiştik.

1980’lerde “Elveda Başkaldırı”yı kaleme alan “psuedo isyankâr”, dönek adayının şizofrenisini şöyle itiraf ediyor:
Öğrencilik yıllarımda, yaşdaşlarım kapılarını hayatın suratına çarpıp devrimcilik yaparken, ben Dr. Jeckyll ve Mr. Hyde gibi ikili bir hayat yaşıyordum. Gündüz devrimci, gece evrimci bir hayat. Gündüz siyasi tartışmalar, gece Ankara'nın diskotekleri. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 31 Aralık 2003)
Gündüz devrimci, gece evrimci hayat”, dönek ahlakının samimi itirafıdır. Ancak, samimi itirafını bilimsel kılıfla sarmalamayı da ihmal etmez. Nitekim, “psuedo dönek” “İhanete ve dönekliğe methiye” başlığı altında, şunları yazmaktadır:
Bakın bilim ne diyor. ‘Aldatmak yeni hayattır.’ ‘Döneklik hayatta kalabilmektir.’ Evet 650 bin saatlik ömürden çıkarılabilecek en büyük ders budur: ‘Ne yazık ki atomlar dönektir ve sadakatsizdir.’ Yani hayat dediğimiz şey, sadakatsiz bir atomun mahsulüdür. Yeryüzündeki varlıklar soylarını ancak 4 milyon yıl sürdürebiliyormuş. Yaşamak, yok olmamak mı istiyorsunuz: ‘Öyleyse, sizi oluşturan atomlar kadar dönek olmalısınız. Kendinize dair her şeyi, biçiminizi, büyüklüğünüzü, renginizi, türünüzü, aklınıza gelebilecek her şeyi değiştirmeye ve bunu tekrar tekrar yapmaya hazır olmalısınız. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 17 Nisan 2005)
Dönekten beklenen, ezilen sınıf hareketi güçlü olsun olmasın, her fırsatta, dönekliği meşrulaştırmaktır. Ertuğrul Özkök de, öyle yapar; döneğin ahlaki ve ideolojik / politik sapmasını meşrulaştırmaktan geri durmaz. Dönekliğin meşruiyetine bu kez balıkları tanık gösterir.

Dönen balık” başlığı altında yazdığına göre, 1930 yılında ‘Vikingen’ adlı bir balina gemisi, Güney Atlantik’te küçük bir adaya gelir. Gemideki araştırmacılar görür ki, burada kanı olmayan bir balık, “buz balığı” yaşamaktadır. Normalde kandaki kırmızı hücre oranı yüzde 45’tir; ama, buz balığı, 55 milyon yıl önce iklimdeki ani sıcaklık düşüşü üzerine, hayatta kalabilmek için kanındaki kırmızı hücre oranını yüzde 1’e düşürmüştür. Buz balığının öyküsünden Özkök’ün çıkardığı ders:
Hayatta kalabilmek için ‘kanını’ bile değiştirmek zorunda kalan bu canlı, gerçek bir tabiat kahramanıdır. Ve hepimize verdiği hayat bilgisi dersi de şudur: ’Dönüşebilmek, dönebilmek, hayatta kalmanın, ilerlemenin temel kanunudur... (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 18 Şubat 2007)
Ertuğrul Özkök dönmenin, dönüşmenin hayatta kalmanın temel yasası olduğunu savlasa da, bereket, hayat Özkök’ü doğrulamıyor; insan hayatı hayvanların vahşi hayat kurallarına göre yaşanmıyor. Yoksa, evren hep Dünya’nın etrafında dönerdi; Özkök, Ortaçağ’da yaşasa, Engizisyon’a yaranmak için evrenin merkezinin Dünya olduğunu savunmak zorunda kalırdı. Dahası, işçi sınıfı da buz balığı gibi dönüşse, ortada sömürülecek sınıf kalmazdı!..

500 bin genç batağa...

Türkiye gibi Almanya'da da işçi emekçi çocukları hayatın dışına ve üniformalı tetikçiliğe itiliyor!

işsiz gençlerAlmanya'da 210 bin genç meslek eğitim yeri, 500 bin genç iş bulamadığı için açıkta. Bunlar kayıtlı rakamlar. Kayıt dışı kalanlar ise kimsenin umurunda değil.

Bir yandan "Ekonomi hızla büyüyor", "Artık herkes büyümeden faydalanacak" deniyor. Bir yandan da genç nüfus işsizlik içinde kıvranıyor. Ekonomideki büyümeden tekellerin faydalandığı da böylelikle ortaya çıkmış oluyor!

"Gençlerin durumu ciddi"ymiş!


Federal Çalışma Ajansı (BA) sözcüsü Reimund Becker, "Ekonomik büyüme henüz meslek eğitim alanına yansımadı. Bu nedenle gençlerin durumu bir hayli ciddi" dedi.

BA’nın verilerine göre 210 bin gencin meslek eğitim yeri bulamadığı için açıkta kaldığını belirten Becker, "Bunların içinde 2006′da yer bulamadığı için 2007 meslek eğitim yılına devredilen 50 bin genç de bulunuyor" dedi.

Uzun süreli işsizlerde olduğu gibi uzun süre meslek eğitim yeri bulamadığı için bir sonraki yıla devredilen gençlerin sayısının da sürekli arttığını bildiren Reimund, "210 bin gencin yarısından fazlası bir yıldan fazla bir süredir meslek eğitim yeri arıyor" dedi.

Meslek eğitim yeri bulamadığı için BA’ya kayıt yaptıran gençlerin sayısı 210 bin iken, kayıt yaptırmayanların sayısı hakkında ise bir veri yok ya da açıklanmıyor.

"İşsizsen asker ol!"


Türkiye’den alışkın olduğumuz tablo artık Almanya’da da karşımıza çıkıyor. Türkiye’de işsiz gençler askerliğe ya da polisliğe başvurur. Meslek eğitim yeri veya iş bulamayan Alman gençler de BA tarafından orduya yönlendiriliyorlar. Alman Silahlı Kuvvetleri'nin, işsiz gençler arasından özel olarak asker kazanmaya çalıştığı biliniyor.

BA’ların meslek eğitim danışmanları gençleri, "Orada sadece iyi bir meslek değil, aynı zamanda krizlerden etkilenmeyen sağlam bir iş sahibi olursun" diyerek orduya yönlendiriyorlar.

Filistin'de koğuş kavgası

Siyonist işgalin bıçak gibi ayırdığı Gazze ve Batı Şeria'da iki ayrı "iktidar" var!

Filistin'de koğuş kavgası
İsrail dün Gazze Şeridi'ne yeni bir saldırı başlattı. Hava saldırısında ilk elde 10 Filistinli öldü, 8’i ağır olmak üzere 50 Filistinli de yaralandı.

Bu, iki hafta önce Hamas'ın kontrolüne geçtikten sonra Gazze Şeridi'ne düzenlenen en büyük saldırı.

Hamas’ın Han Yunus kenti sözcüsü Hamad er-Rakb, Filistin Enformasyon Merkezi’ne verdiği demeçte Filistinli direniş örgütlerini "terörist" olarak niteleyen Mahmud Abbas’ın direniş gruplarını silahsızlandırma yönünde aldığı kararla İsrail’e saldırı için yeşil ışık yaktığını belirtti.

Filistin kan ağlıyor


Açlık, yoksulluk, özgürlük yoksunluğu ile terbiye edilemeyen Filistin halkı iç çatışmaya sürüklendi. Birisi Batı Şeria diğeri Gazze’de iki iktidar yaratıldı. Siyonist işgal ve emperyalist kuşatmaya karşı intifada geleneğine sahip Filistin halkı, bu iki tercihle karşı karşıya bırakılarak bir iç savaş batağına çekiliyor.

Filistin

Siyonist işgalin resmidir bu! Birinci harita 1945 yılına ait, ikinci '47, üçüncü '67, sonuncusu ise 2000. Sonuncusunun en solundaki ince şerit Gazze. Parçalanmış öteki öbekler ise Batı Şeria.

Gazze, elektriği, suyu, geçiş noktalarıyla.... tamamen İsrail kontrolü altında. Tek kelimeyle bir hapishanedir Gazze!

Buradan bakıldığında Filistin'deki iç savaş için "koğuş kavgası"ndan başka bir niteleme yapılamaz. Herkes esaret altında ama koğuşta kimin sözünün geçeceğinin kavgasıdır bu.
İşbirlikçi El Fetih yönetiminin çürümüşlüğüne tepki olarak ve işgal karşısında dik durma görüntüsüne sahip olmasından dolayı Hamas’ı iktidara taşıyan Filistin halkı bu tercihinin faturasını bugün fiili olarak ikiye bölünme ile ödüyor. Hamas’ın Ulusal Birlik Hükümeti’nden yana tavır koyması da İsrail’i tanıyan Mekke anlaşmasına imza atması da emperyalist kuşatma ve oyunlarla Filistin’in bu noktaya gelmesini frenleyemedi.

Sürekli kaos ve kontrol noktaları


Bugün Filistin’de yaşanan sadece Hamas ile El Fetih arasında bir iktidar kapışmasından ibaret değil. Asıl olan baştan aşağı yeniden dizayn edilen “Genişletilmiş Ortadoğu”nun işgale karşı ve antiemperyalist direnişte kalbi durumundaki noktalarının işbirlikçiler üzerinden mutlak kontrol altına alınmasıdır.

Ortadoğu’nun bütününde sürekli bir istikrarsızlık ve kaos işgalci emperyalist güçlerin bölgedeki varlıklarının temel koşuludur. Bununla birlikte işgalci politikalarının sonuçları olarak kendilerini vuran ve giderek büyüyen direnişlerin kontrol altında tutulması için de, kendi denetimlerinde işbirlikçi kukla yönetimlerin oluşturulması gerekir.

Hemen bütün bölge ülkelerinde bunun izdüşümlerini görmek mümkün. Afganistan, Irak, Lübnan ve Filistin’deki durum ise bunun en açık örnekleridir. Fakat durum buralarla sınırlı değil. Belli bir kitle tabanı üzerinden yürüyen iktidar ve güç kapışmaları Türkiye de dahil bölge ülkelerinin çoğunda, her birinde farklı çizgiler taşıyan biçimlerde karşımıza çıkan bir durum.

İntifadaların Filistin’i


Bu planın bir parçası olarak Filistin’de yaşananlar ise kan emici güçlerin ne kadar açık oynadıklarına bir işarettir. Emperyalizm İsrail eliyle işbirlikçileştiremediklerine yaşam hakkı tanımayacağını açıktan ilan etti. Filistin halkını ve tercihi olan yönetimi her türlü ambargo ile kıvrandıranlar bu çatışma sürecinin başından beri El Fetih tayfasına her türlü yardım ve desteği vaat edip, yaptı. Abbas’a verilen açık çek olağanüstü hali ve ulusal birlik hükümetinin tasfiyesini getirdi. Hamas kendine mevzi edinmek için Gazze’yi, Abbas’ın karargahı da dahil ele geçirdi.

FilistinHamas’ın burada ele geçirdiği belgelere dair İsrail’in yaptığı "yüzyılın felaketi" tanımı, nasıl bir saldırganlık içerisinde olacaklarının düzeyini ele veriyor. Uluslararası emperyalist sistemin desteği ile İsrail tarafından Gazze’nin yerle bir edilme durumu sürpriz olmayacak. Lübnan yenilgisini içine sindiremeyen İsrail’in Gazze’de de bir yenilgi alması, işgalcilerin bölge halklarının kaderiyle öyle istedikleri gibi oynayamayacaklarını bir kez daha gösterecektir.

El Fetih karargahından çıkan belgeler, işbirlikçi Abbas yönetimi ile İsrail arasındaki işbirliğinin kimi sonuçlarını yansıtması boyutuyla buzdağının görünen yüzü olsa gerek.

Abbas’ın efendileriyle birlikte atadığı hükümetin niteliği de bu işbirliğinin düzeyini ele vermeye yetiyor. Başbakan olarak atanan Selam Feyyad, emperyalist ülkelerle ilişkiler ve işbirliği konusunda oldukça kıdemli birisi. Eğitimini Lübnan’daki Amerikan Üniversitesi'nde almış, doktorasını Amerika’da Teksas Üniversitesi'nde yapmış birisi. 1987-’95 yıllarında Dünya Bankası’nda çalışan Feyyad 2001 yılına kadar da IMF’nin Filistin temsilciliğini yaptı.

Yapılan köklü işbirliğinin ödülü olarak akıtılacak parayla Batı Şeria’da sunulacak “refah bir yaşam” yanılsaması, Gazze’de ise insanlık dramı kareler Filistin intifada kuşağını bu ikisinin arasında bir seçime zorlayacak.

İntifadaların Filistin’i bu oyunlara kolay kolay yem olmayacak. Öz yaşam deneyiminin biriktirdikleriyle özgürlük savaşımı tetiklenerek gelişecektir. Bugün uşaklıkta sınır tanımayanlar, yarın bu özgürlük savaşımının kanatları altında ezilecekler.
28 Haziran 2007

DHP'lilere gözaltı terörü

Gözaltılar yarın savcılığa çıkartılacak। Ardından eylem var। Devrimci dayanışmaya

Ankara'da devlet devrimcilere karşı saldırılarında hız kesmiyor. Bugün sabah saatlarinden itibaren evler basılarak aralarında Demokratik Haklar Platformu Ankara temsilcisinin de bulunduğu 12 kişi gözaltına alındı.


Gözaltına alınma gerekçeleri ise Mercan Vadisi'nde gerçekleşen devlet katliamını protesto etmek için Yüksel Caddesi'nde yapılan basın açıklamasına katılmak.

Gözaltına alınanlardan isimleri belli olanlar şunlar: Nurten Karataş, Burcu Ebru Erdoğdu, Tuba Yoldaş, Dilşad İnce, Zeynep Yıldırım, Uğur Yeşiltepe, Hıdır Demir, Kazım Doğan, Cemgil Demir, Ümit Demir, Gökhan Başaran ve Hüseyin Türkoğlu.

Yarın savcılığa sevk edilecekler


Ev baskınlarıyla gözaltına alınan DHP'lilerin yarın 9:00 sularında savcılığa çıkarılacakları öğrenildi. Ve sonrasında da ortak bir basın açıklaması yapılacak.

Bu arada Ankara tutuklanan ve Sincan Hapishanesi'nde tutulan Alınteri okurlarının ilk mahkemesi 15 Ağustos'ta yapılacak.

28 Haziran 2007

Ülkü Ocakları işkencehane

Ülkü Ocakları'nda cinayet, işkence, uyuşturucu, haraç... Faşist yuvalar dağıtılsın

Ülkü Ocakları işkencehane
İşkence, uyuşturucu, haraç işleriyle mahallelere yozluğu yayan ve faşist tetikçiler devşirilen Ülkü Ocaklarından ikisi devlet kontrolünü gevşetip cinayetler de işleyince operasyon yedi.

İstanbul'un Eyüp ve Gaziosmanpaşa ilçelerinde Ülkü Ocakları çatısı altında faaliyet yürüten faşistlerden 19'u gözaltına alındı.

Eyüp Ülkü Ocakları Başkanı'nın da aralarında bulunduğu faşistler 2 cinayet, yaralama, iş yeri baskını, darp gibi 10 olayın faili olarak yakalandılar.

8 ayrı ilçede 13 ayrı adrese yapılan baskınlarda yakalanan faşistlerle birlikte çok sayıda tabanca, tüfek, fişek, kılıç, siyanür ve senetler ele geçirildi: 4 adet ruhsatsız tabanca, 2 adet tüfek, çok sayıda fişek, bir adet kılıç, 20 gram siyanür, 5 adet sahte nufüs cüzdanı, 2 adet sahte sürücü belgesi.

Faşistlerin geçtiğimiz ay Umut Metin isimli bir kişiyi kaçırıp Gaziosmanpaşa Ülkü Ocakları'nın üst katında işkence yaptıkları ortaya çıktı. İşkenceye uğrayan Umut Metin iki gün komada kaldı. Metin'in Gaziomanpaşa Ülkü Ocakları Başkanı Bilal Uçar tarafından kaçırıldığı öğrenilirken operasyon kapsamında aranan Uçar halen yakalanamadı.

Ayrıca faşistlerin Tekirdağ’da çay bahçesi işleten Orhan Fatih Tekin’i kokain satışına izin vermemesi sebebiyle 20 Mart 2005 tarihinde; kendilerine bedava otomobil vermeyen araç kiralama şirketi sahibi Ali Çelik’i ise 9 Mart 2006 tarihinde öldürdüğü de öğrenildi.

Ülkü OcaklarıOperasyon faşistler hakkında yapılan çok sayıda şikayet üzerine gerçekleştirildi. Şikayetler özellikle faşistlerin haraca bağladıkları otopark işletmecilerinden geldi. Çetenin esnafdan silahlı tehdit, iş yeri kurşunlama vs. yollarla haraç aldıkları tespit edildi. Alınan haraçlardan bir kısmının ise cezaevinde bulunan bir kişiye gönderilirdiği öğrenildi.

Beşiktaş Ağır Ceza Mahkemesi'ne sevk edilen faşistlerden 10'u serbest bırakıldı. 9'u ise cezaevine gönderildi.

Hemen her gün faşist devlet ve kontrgerilla icraatlarında dizi dizi devlet kurumlarının, çete partilerinin, "emekli" general ve subayların, başkomiserlerin, Ülkü Ocaklarının, Kuvvacı derneklerin, Nizam-ı Alem (Alperen) Ocaklarının, mafya şeflerinin resmi geçitine tanık oluyoruz.

İşbirlikçi burjuvazinin zorbalık aygıtının ve dalbudak salmış gayrınizami savaş çetelerinin çürüyen sınıfsal ve siyasal karakteri ve rolüne dair her gün ortaya saçılan pisliklerin bu denli aleniliğinin üzerine başka bir şey söylemeye gerek var mı?

- MGK, Kontrgerilla, MİT Dağıtılsın!
- MHP, BBP, Ülkü Ocakları, Nizam-ı Alem Ocakları Kapatılsın!
- Katilleri Emekçiler Yargılayacak!

23 Haziran 2007

Dersim dağlarına "Teslim ol" paketleri

Asker paketiDicle Haber Ajansı (DİHA)

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından Tunceli kırsalında operasyonlar aralıksız devam ederken, askerler bu kez de 2 tane sigara, 1 broşür ve 1 adet radyonun olduğu paketler bırakarak, "Teslim olun" çağrısı yapıyor.

Dağlarda sürekli operasyonlar düzenleyen askerler, bu sefer de dağlara içinde askeriyeye yakınlığıyla bilinen Tunç FM'e ayarlı radyo, iki tane sigara ve bir de üzerinde dağdaki örgüt üyelerinin teslim olması yönünde çağrıların yer aldığı broşürler bırakılıyor. Broşürlerde ayrıca örgüt üyelerinin teslim olması halinde kendilerinin sağlık ve güzel yaşam koşullarının sağlanacağı ve ceza almamaları için çaba sarf edileceği yazılıyor.

Resimlerle örgüt üyelerinin nasıl teslim olması gerektiğinin yer aldığı broşürlerde, "Özgürlüğe giden yol" olarak jandarma karakolu gösteriliyor.
28 Haziran 2007

Mersin'de öğrenci kıyımı!

Mersin Üniversitesi'nde sivil faşistlerin 19 Aralık 2006'da başlattığı satırlı bıçaklı saldırı rektörlük tarafından tamamlandı.

Mersin'de öğrenci kıyımı!
İki güne yayılan faşist saldırıya devrimci - demokrat - yurtsever öğrenciler direnişle yanıt vermiş. Kampüs içinde bıçaklarla dolaşan faşistleri dışarı atmışlardı.

Olayların hemen ardından 150 öğrenci hakkında başlatılan soruşturmanın sonucu üniversitenin kapanmasının ardından duyuruldu.

Saldırıya uğrayan öğrencilerden 40 tanesi okuldan atıldı, 28′i iki dönem, 2’si ise bir dönem uzaklaştırma cezası aldı. Kalan öğrencilere ise kınama, uyarı gibi cezalar kesildi.

Atılan 40 öğrenciden birinin Devrimci Proleter Gençlik okuru olduğu öğrenilirken, bu öğrenciler bir daha ünüversitelere giremeyecek.

Tüm bunlar yaşanırken Mersin Ünüversitesi kampüslerinde hala satırlı, bıcaklı katil sürüleri dolaşmaya devam ediyordu.

Bugün ceza yağmuruna karşı Mersin'de öğrenciler Adana'da ise devrimci kurumlar, sendikalar ve meslek örgütleri eylemdeydi.

Mersin'de birbirlerine zincirle bağlanarak beyaz çarşafa bürünen öğrenciler, slogan atarak İnsan Hakları Derneği önünden Büyükşehir Belediyesi taş bina önüne yürüdü.

Pankart ve dövizlerine, "Eğitim Hakkımız Engellenemez" sloganını taşıyan öğrenciler, taş bina önünde bir de tiyatro sergiledi.

Adana'da ise Alınteri, BDSP, ÇHKM, ESP, Partizan, İHD, Emekli-Sen, KESK Adana Şubeler Platformu, Adana Tabip Odası, TİHV, Emek Gençliği ve ÖDP tarafından İnönü Parkı'nda bir eylem yapıldı.

Eylemde sıklıkla "Faşizme Karşı Omuz Omuza", "Eğitim Hakkımız Engellenemez" sloganları atıldı.

Düzen partilerine oy yok

Avrupa Demokratik Kitle Örgütleri Platformu'ndan göçmen emekçilere çağrı

Seçme Haklarınıza Yönelik Saldırıya Sessiz Kalmayın,
Burjuva Düzen Partilerine Oy Vermeyin!


düzen partileriTürkiye'de faşist rejim, yönetim krizini 27 Nisan askeri faşist muhtırasıyla daha bir derinleştirdi. Siyasette aktif olan ordu, burjuva siyasal alana balans ayarı vererek, kimi burjuva partileri birleştirdi, kimini birleştirip ayrıştırdı. Darbe sopasıyla siyasette kendi egemenliğini yeniden tahkim ederek erken seçimi dayattı.

Krizden baskın bir seçimle çıkmayı hedefleyen burjuva klikler ve partileri, seçim meydanlarında birbirlerinin kirli çamaşırlarını sergilemeye başladılar. Kitleleri parlamenter hayellerle kandırmaya çalışmakta, binbir hileyle kurdukları seçim sandıklarından kurtuluş vaat etmektedirler. İşçi ve emekçileri, ezilenleri kendi gerici faşist propagandalarının etkisi altında tutarak, toplumu şeriat-laik, Alevi-Sunni, Türk-Kürt gibi kamplara bölmeye çalışmaktadırlar. Irkçı, şoven, milliyetçiliği kışkırtarak, linç kültürünü geliştirmektedirler. İnkâr ve imha amaçlı Kuzey (Türkiye) Kürdistan’ında akseri operasyonları yoğunlaştırırken, Güney (Irak) Kürdistan'a yönelik "sınır ötesi" saldırının yollarını açmak istemekte, bunun için kitlesel desteği arkalamak amacındadırlar. Fiyaskoyla sonuçlanan "terörü telin mitingleri"ni bunun için düzenlemektedirler.

Tüm bunlarla sömürü, baskı, zulüm düzenlerini sürdürmeleri amaçlanmakta, işçi sınıfı, emekçi yığınlar, Kürt ulusu ve tüm azınlıklardan halklar söz, eylem ve örgütlenme haklarından yoksun bırakılmak istenmektedirler. Seçim oyunu da bunun bir parçasıdır. Yüzde 10 gibi seçim barajı bulunan gerici seçim yasası, işçi ve emekçileri, Kürt ulusunu, ilerici, devrimci, sosyalist güçleri dışlarken, seçimlere bağımsız adaylarla girmeyi de engelleyici düzenlemeler getirdiler.

Faşist rejim, eşitsiz seçim koşullarını dahada ağırlaştıcı yeni uygulamaları getirerek, erken seçimde göçmenlerin seçme hakkını sınırlayarak, bağımsız adaylara oy vermesini engelleyen yasak getirdi. 50 yıla yakın bir zamandır göçmenleri döviz kapısı, oy deposu olarak gören faşist rejim ve tüm burjuva partiler, göçmenlerin yaşadıkları ülkelerde seçme ve seçilme hakkına karşı ilgisiz kalırken, Türkiye'deki seçimler içinde yaşadıkları ülkelerde seçme haklarını kullanmalarını engellediler. Oy verme hakkını kullanmak isteyen göçmenleri gümrük kapılarına gitmeye mahkum ettiler. Göçmen işçi ve emekçiler hem doğdukları, vatandaşı oldukları ülkede, hem de yaşadıkları ülkede egemen burjuva güçler tarafından ayrımcılığa tabi tutulduğu gibi, seçme ve seçilme hakkından da yoksun bırakılıyor.

Türkiye'de faşist rejim, eşitsiz koşullarda seçime giren bağımsız adaylara ikinci bir eşitsizlik, ayrımcılık yaparak oy pusulalarında adlarına yer vermedi. Türkiye'de bağımsız adayların adlarını birleşik oy pusulasına yazarak engelleyici olurken, bu kezde göçmenlerin gümrük kapılarında kullanacakları oy pusulasına adlarını yazmayarak bağımsızları dışlayıcı bir uygulama getirdi. Böylece bağımsız adayların seçilme haklarını sınırlama, seçmenlerini zorda bırakan hak gasbını yaşatırken; diğer taraftan göçmen seçmenlerinde seçme özgürlüğünü ortadan kaldıran bir uygulamayı gündeme getirdi. Bu oy kullanılacak 14 gümrük kapısında kurulan seçmen sandığında bağımsız adaylara yönelik bir hak gasbıdır. Bağımsız adayların seçmenlerini ve seçilmelerini keyfi bir biçimde engellemedir. Göçmenleri yasa zoruyla burjuva düzen partilerine oy vermeye zorlayan bir ayrımcılıktır. Bu aynı zamanda göçmen seçmenlerin seçme hakkına, özgür iradelerine yönelik ayrımcı bir engelleme, sınırlama ve saldırıdır. Göçmenleri burjuva düzen partilerinin oy deposu olarak görme zihniyetidir.

Bizler, Avrupa Demokratik Kitle Örgütleri Platformu (DEKÖP-A) olarak, faşist rejimin Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararıyla bağımsız adaylara, göçmenlere getirdiği engelci, ayrımcı, seçme hakkına ve iradesine yönelik bir saldırı olan bu uygulamayı kınıyor, tüm göçmenleri Türkiye'deki seçim yasasını protesto etmeye, hiç bir burjuva düzen partilerine oy vermemeye çağırıyoruz.

25.06.2007
Demokratik Kitle Örgütleri Platformu-Avrupa
Yaşanacak Dünya Gazetesi
yasanacakdunya@yahoo.com
Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon)
aveg-kon@hotmail.com
Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK)
konsey@atik-online.net
Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK)
info@adhk.de
İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu (BİR-KAR)
birkar@msn.com

29 Haziran 2007

Sivas katliamını unutmadık unutturmayacağız!

Yaşanacak Dünya, AvEG-Kon, ATİK, ADHK, BİR-KAR: Pir Sultan’dan Madımak’a, asan da yakan da devlettir, hesabını soracağız!

Sivas katliamını unutmadık unutturmayacağız!
2 Temmuz 93... Bu tarih, tarihe kara bir leke olarak geçen Sivas katliamının yıldönümüdür. Her yıl bu tarihte, geleneksel olarak gerçekleştirilen Pir Sultan şenlikleri için Sivas'ta bulunan 37 devrimci, demokrat, aydın, ve sanatçı Madımak Oteli'nde ateşe verilip diri diri yakılarak katledildiler. Tam bir gözü dönmüşlük örneği olan ve tüm dünyanın gözleri önünde TV’lerde canlı yayın yapılarak gerçekleştirilen bu insanlık dışı katliamın üzerinde 14 yıl geçti. Fakat, Madımak Oteli'nin üzerinde hala dumanlar yükselmekte, hala insan çığlıkları yankılanmaktadır. Bu otelin ‘müze’ yapılması talebine bile tahammül gösterilememekte ve orası bir lokanta olarak işletilmektedir.

Bu vahşi katliamı yapanlar, yalnızca ortaçağ kalıntısı gerici-yobaz güçler değildir. Tam tersine, bu katliam, bizzat polis ve diğer kolluk kuvetlerinin desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Öyle ki, gerek katliam anında ve gerekse katliam sonrası, Türk devletinin cumhurbaşkanından başbakanına, tüm bir devlet erkanı yaptıkları açıklamalarda, katliamı gerçekleştirenleri değil, bu insanlığın yüzkarası katliamda yaşamlarını yetirenleri suçlamışlardır ve onları ‘tahrikçi’ olarak gösterip yapılan katliamı desteklemişlerdir. Hatta, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, daha da ileri gidip, katliamı yapanları kast ederek "Çok şükür otelin dışındaki vatandaşlarımızın burnu bile kanamamıştır" şeklinde utanç verici bir açıklamada bulunmuş, katliamı yapan gerici-faşist güruhu kutlamıştır.

Dahası var... Katliam sonrası süreçte vahşetin arkasında katliamcı faşist devletin olduğu tüm yalınlığı ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Faşist devlet, katliamın üstünü örtmüş, katilleri göstermelik bir yargılamanın ardından serbest bırakmıştır. Dahası da, katliamda rol oynamış kimi unsurları, parlamentoya taşıyarak adeta ödüllendirmiştir.

Esasen, biz bu devletin katliamcı kimliğini bizzat onun kanlı tarihinden biliyoruz. Her türlü toplumsal muhalefeti baskı ve zor yoluyla bastırmak onun mayasında vardır. Ve katliamlar bu topraklarda her zaman güncel bir tehlikedir. Öncekiler bir yana, Maraş, Çorum, Sivas'ın ve Gazi’deki katliamın anıları hala taptazedir. Devletin bu katliamcı geleneği ise sürmektedir. Dün Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta gerici yobazları tetikçi olarak kullanıp gerçekleştirdiği katliamları bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da, resmi üniformalı kolluk güçleriyle gerçekleştirmektedir. Irkçı-faşist saldırganlık günümüzde daha da azdırılmış bulunuyor. Örneğin Kürt halkına dönük ırkçı-şoven saldırganlık toplumsal linç düzeyine çıkmıştır. Öte yandan, faşist devlet, bir yandan demokrasi ve insan hakları laflarını ağzında sakız gibi düşürmezken, bir yandan da en sıradan demokratik hak ve özgürlük talebini şiddete başvurarak bastırmaktadır.

Sivas Şehitleri

İşçiler, emekçiler,


"Osmanlı’da oyun çoktur!" bu söz, Osmanlı'nın mirasçısı olan faşist devlet için çok daha geçerlidir. O sadece baskı ve zor yoluna başvurmakla yetinmemekte, yanı sıra, toplumsal muhalefeti bölmek ve zayıflatmak amacıyla her türlü yalana ve kirli silaha da başvurmaktadır. Devletin, günümüzdeki yeni oyunu ise, son dönemlerde gündemleştirdiği, laiklik-şeriatçılık sahte ikilemi temelindeki emekçileri kutuplaştırma çabasıdır.

Başını faşist ordu ve Kemalistlerin çektiği, laiklik söylemi koca bir yalan ve ikiyüzlülükten ibarettir. Gerçek şudur ki, Türk devleti hiç bir zaman laik ve demokratik olmamıştır. İlerici ve devrimci güçleri ezmek amacı çerçevesinde, özellikle 12 Eylül sonrası dinsel gericiliği azdıran, bu devletin kendisidir. İmam Hatip liselerinin sayısını katlayarak çoğaltan, kuran kurslarını yaygınlaştıran, Diyanet İşleri Bakanlığı bütçesine eğitimden daha fazla para aktaran, işçiden emekçiden aldığını bu bakanlığın bünyesinde çalışan 40 bin memura veren ve nihayet, Türk-islam sentezini resmi devlet ideolojisi haline getiren... demek oluyor ki, şeriatı besleyip-büyüten de bu aşağılık devlettir. Resmi şeriatçılığı besleyen, güçlendiren bu devlettir. Bu devlete asla güvenilmez. Bu devlete her zamankinden daha şiddetli bir güvensizlik duyulmalıdır.

Aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak, bir kez daha, Sivas ve diğer katliamların tek sorumlusunun Türk devleti olduğunu haykırıyoruz. Başta ilerici ve devrimci güçler olmak üzere, İşçilere, emekçilere ve Kürt ulusuna yönelik saldırılara karşı herkesi duyarlı olmaya, mücadele etmeye ve tüm katliamların hesabını sormaya çağırıyoruz.

- Sivas katliamını unutmadık, unuttumayacağız!
- Kahrolsun faşizm! Yaşasın Halkların Kardeşliği!
- Pir Sultan’dan Madımak’a, asan da yakan da devlettir, hesabını soracağız!


27 Haziran 2007
Demokratik Kitle Örgütleri Platformu-Avrupa
Yaşanacak Dünya Gazetesi
yasanacakdunya@yahoo.com
Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon)
aveg-kon@hotmail.com
Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK)
konsey@atik-online.net
Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK)
info@adhk.de
İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu (BİR-KAR)