1 Haziran 2007 Cuma


Gülten Teyzemize sözümüz var!
Büyük direnişe onurlu proleter bir neferinin yaşamından bakıyoruz:Alınteri - Sayı: 44 - 22 Mayıs 2007
Yürüdüler…Yıl 1970... 15–16 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te 115 fabrikadan 75 bini aşkın işçi İstanbul sokaklarını zaptetti. Çünkü çatısı altında örgütlendikleri sendikaları (DİSK) kapatılıyordu. Polis ve asker barikatlarını aşa aşa, bedeller ödeye ödeye bu saldırıyı geri püskürttüler!
Sıra bizdeBugün birbirinden habersiz irili ufaklı birçok grev ve direniş gerçekleştiriyoruz. Ama eylemlerimiz dayanışma ve militan mücadele yoksunluğundan sönümlenip gidiyor. Dün, sınıf kardeşlerimiz, sermayenin saldırılarını nasıl püskürttüyse bugün de püskürtebilecek gücümüz var.
Dövüşe dövüşe yürünecekBugün çok daha büyük ve güçlü bir sınıfın mensubuyuz. Ama dağınığız, örgütsüzüz, kendimize ve sınıfımıza güvenimiz yok! Her şeyden önce bu eşiği aşmamız gerek. Bu da ancak örgütlü ve ısrarlı bir mücadeleyle olur. Dövüşe dövüşe, barikatları yara yara olur!
En önde kadınlar vardıYüzlerce işçi fabrikayı boşaltmaya başladı. Kortejler oluştu. En önde kadınlar vardı. Onlardan biri de Gülten Teyzemizdi.
15 - 16 HAZİRAN'DA SENİNLEYİZ GÜLTEN TEYZEO bundan 30 yıl önce İzmit Çayırova’da Arçelik fabrikası işçilerinin çok sevdiği Gülten Ablası, 20 yıl sonra Adana’da işçi ve emekçilerin Gülten Teyzesi.Gülten teyzemizi bundan altı ay kadar önce yakalandığı kanser hastalığından kaybettik. Yaşamı boyunca o hep mücadele etti. Yaşama gözlerini yumduğunda 69 yaşındaydı. Onun ölmeden önce istediği tek bir şey vardı: Alınteri‘ne, işçi ve emekçi bir anne olarak yaşamını yazabilmek. Ama zamanı yetmedi. Yakınları olarak, bize anlattığı ve bizim tanık olduğumuz kadarını biz yazalım istedik. Şunu şöylemişti:
Yaşamım mücadele eden-etmeyen tüm işçi, emekçi kadınlara ders olsun. Ders olsun ki, kimseye yaşamları boyunca boyun eğmesinler. Kocalarına bile...Gülten teyzemiz İstanbul’da doğmuş, büyümüş. 14 yaşında sokakta ip atlarken onun düğünü yapılmış, sokaktan alıp gelinliği giydirmişler üstüne. "O gün beyaz gelinlik kefen olmuştu bana" derdi. Bundan sonrasını ondan dinleyelim:
Hikayelerimiz nasıl da aynıGelin olduktan sonra Adana’ya geldik. Çırçır fabrikasında çalışmaya başladım. Bu arada ben çocukken çocuklarım oldu. Ben çocuk onlar çocuk, birlikte büyümeye başladık. Eşim çalışmıyor, benim çalışıp kazandığım üç-beş kuruşu da elimden alıyor, sürekli içkiye veriyordu. Daha sonra şiddetle birlikte başka başka kadınlar girdi yaşamımıza. Neden diye sorduğumda her gün dayak yemeye başladım. Hoş, dayak yemek için illa bir şeylere karşı gelmen de gerekmiyordu. Bunun için sadece kadın olman yetiyordu. "Neden içiyorsun? Neden çalışmıyorsun?" diye sormam da gerekmiyordu. Kadındık işte! Otursan dayak, kalksan dayak, çalışsan dayaktı yaşam benim için.Yıllarca çalışarak edindiğim kazancımın, çocuklarımı büyütmenin ‘mükafatını’ eşim bana bu şekilde ödüyordu. Birgün "Yeter" dedim. Çok gençtim. Alıp çocuklarımı gidecektim buralardan. Ama o cesareti bulamıyordum kendimde. Nereye gider, 4 çocukla kime sığınırdım? Ailem kesinlikle kabul etmezdi. Hani "dövse de, sövse de kadının yeri kocasının yanıydı" ya onlara göre.Bir gün yaşadığım bir olay bardağı taşıran son damla oldu. Ücretimi almış alış-veriş yapmış çocuklarımın istediği ufak tefek şeyleri de almış eve gelmiştim neşeli neşeli. Daha sonra eşim geldi. Zil zurna sarhoştu. Döve döve ücretimin kalanını aldı ve çekip gitti. Aldığım darbelerden kımıldayamıyor yerimden kalkamıyordum, yüzüm gözüm şişmişti. Çocuklarsa bir köşeye büzülmüş korkudan ağlıyorlardı. Geç vakit kapı çalındı. Eşim bir kadınla girdi içeri ve şöyle dedi: "Artık bu evin hanımı bu, o ne derse o olacak!" Donup kalmıştım. Söyleyecek söz bulamamıştım. Film gibiydi! Bütün gece uyuyamadım.
Kendi ayakları üzerinde durmakDaha karanlık sökmeden aldım çocuklarımı gizlice çıktım evden. Atladım trene İstanbul’un yolunu tuttum. Bir akrabama sığındım. Sonra Tuzla‘ya yerleştim, eşimden ayrıldım. Tuzla’da zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yaptım yıllarca. Gittikçe kendimi geliştirip bilinçlendirmeye çalışıyor elime ne geçerse okuyordum. Yanında çalıştığım o çok zengin aileden ve onlar gibilerden nefret ediyordum. Çünkü gece gündüz yanlarında çalışmamıza rağmen hem emeğimizin karşılığını alamıyorduk diğer hizmetlilerle birlikte, hem de onur kırıcı hakaretlere mağruz kalıyorduk. Nasıl da sömürüyorlardı, posamızı çıkarıyorlardı.Önceleri böyle düşünmüyordum. Onlar güçlüydü, çok zengindi. Biz de yanlarında çalışanlardık. Yaşam bunu gerektiriyor diyordum, biz çalışacağız onlar kazanacak, biz de üç beş kuruşla yetineceğiz. Ama böyle değilmiş, izin versen kanımızı içeceklermiş meğer! Dayanamadım bunca aşağılanmalara hakarete ayrıldım yanlarından.
Eşim, kavga yoldaşımAradan çok zaman geçmeden Arçelik fabrikasına buzdolabı montaj bölümünde işe başladım. Yaşamım düzene oturmuştu. Çocuklarım da büyümüştü. Rahattım artık. Bir işçiyle tanışmıştım. Dünyanın en iyi insanlarından biriydi. Kısa bir süre sonra evlendik. Aynı fabrikada çalışıyor mesailere birlikte kalıyorduk. İki de kızımız olmuştu. Eşim çok özel biriydi. Ortak yaşamı, paylaşımı, emeğin değerini çok iyi bilen, bu ilkeler doğrultusunda yaşayan, bu güzellikleri kısa süre sonra bana da öğreten biriydi. Çocuklarıma da fazlasıyla emek harcıyor, onların gelişimi için elinden gelen her şeyin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Büyük oğlumu Sungurlar fabrikasında işe de sokmuştu. Bir işçinin başı derde girse, bir sorunu olsa gelip onu buluyordu. Arkadaşlarıyla işçi toplantıları örgütlüyor, oğlumu da yanına alıyordu. Dönem dönem beni de katıyordu bu toplantılara. Sonra süreklileşmeye başladı. Bir gün bir toplantıda hiç unutmuyorum sesi hala kulaklarımda yankılanıyor eşimin, şöyle diyordu: "Biz dünyanın en büyük değerleriyiz. Biz olmazsak yeryüzündeki tüm yaşam durur." Tabii ben sonraları eşimin ne demek istediğini anlayabildim. O büyük günü gördüğümde: 15-16 Haziran‘ı.
İşte proleter aile!Arçelik fabrikasında DİSK’e bağlı Maden-İş‘e üyeydik. Eşim, oğlum ve ben o gün her zamanki gibi işimize gittik, iş kıyafetlerimizi giydik, yaklaşık iki üç saat sonra benim çalıştığım montaj bölümünde ve diğer tüm bölümlerde üretim durdu, makineler sustu. Yüzlerce işçi fabrikayı boşaltmaya başladı. Kortejler oluştu. En önde biz kadınlar vardık. Teker teker diğer fabrikaların önüne geldiğimizde tüm fabrikalar boşaltılmış sokaklara dökülmüşlerdi bile.Singer işçileri üretimi durduran ilk fabrika olmuştu. Sonra Sungurlar, Arçelik, Philps, Profilo, Derby, Emayetaş, Hoover gibi birçok fabrika ve binlerce işçi sokaklardaydı. Sungurlar işçilerinin önünde yer alan oğlumu görünce gözlerim gururla dolmuştu, eşimle birbirimize bakıp tebessüm etmiştik: "Bizim oğlan adam olacak!" diyerek.
15-16 Haziran seli: Bizi kim tutabilir?Sungurlar ve Arçelik işçileri hep bir ağızdan türküler marşlar söylüyorlardı. İlk orda duymuştum "sınıf olmak" sözlerini. Ne kadar da doğru bir cümleydi!Anlatılamaz bir coşku seliydi. Uzunca süren bir yürüyüşün ardından polis ve jandarma yolumuzu kesti. "Geçemezsiniz" diyorlardı. Biz kadınlar öndeydik ve öfkeliydik, geçeceğimizi yolumuza devam edeceğimizi söyledik. Bizim sendika seçme özgürlüğümüz elimizden alınamazdı, çünkü böyle bir yasa tasarısı onaylanmıştı. Bu yasayla biz işçi ve emekçilerin birçok hakları da gasp ediliyordu. İşte bunun için kim tutabilirdi ki bizi! İstedikleri kadar yollarımızı kessinler, biz ezip geçmesini bilirdik. Öyle de olmuştu. Önümüzde bizden başka hiçbir güç göremiyorduk.
Bedel ödedik ama biz kazandık!Henüz biz Altıyol‘a gelmeden orda büyük çatışmaların yaşandığı haberiyle birlikte bir işçinin de vurulduğu haberi gelmişti. Gelen haberle birlikte yaşanan o öfkeyi anlatmak mümkün değil. Sonra bir işçi bir işçi daha düşmüştü. İki gün süren direniş boyunca yasa geri çekilmişti ama bizler de üç arkadaşımızı kaybetmiştik. Biz zafere ulaşmıştık, ama öfkeliydik hem de çok öfkeliydik. Büyük bedel ödemiştik üç canımız gitmişti. Ölen işçilerden biri de eşimin çok yakın arkadaşıydı. O günden sonra anladım bedel ödenmeden hiçbir şeyin kazanılmayacağını...
Kardeşlerin geleceğine bakmak!Aradan kısa bir zaman geçmişti. Ben o çok sevdiğim eşimi, can dostumu bir kalp krizi sonucu kaybettim. Bir yıl geçmeden, daha ne olduğunu anlamadan, eşimin ölümünü henüz kabullenemezken 17 yaşındaki kızımı Selma‘mı toprağa verdim. Aniden ölüvermişti kızım. O da babası gibiydi, mücadeleci bir kızdı. Ben işe giderken, "Kızım kardeşlerine bak onlara göz kulak ol" derdim. akşam fabrika çıkışında Selma’mı fabrika önünde elinde işçi bildirileri avaz avaz bağırırken görürdüm. Gülerek yanıma yaklaşır, elindeki bildiriyi bana uzatarak, "Kardeşlerimi merak etme Gülten ablacım" derdi.
Bu kadarı çok fazlaYaşam tüm kayıplara ve kazanımlara karşı devam ediyordu benim için. Eşimi ve kızımı kaybetmek bende elimde olmadan büyük ruhsal çöküntülere neden olmuştu. 17 ay boyunca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nde yattım. Birçok kere elektro şok tedavisi gördüm, zincirlere bağlı kaldım hastanede. Çocuklarım da dahil kimseyi tanımıyordum. 17 ay sonra taburcu oldum. Elektro şoktan kısmi yüz felci geçirmiştim. Arçelik fabrikası Koç ağamız beni malulen emekli etmişti. Onların bahanesine göre çalışamaz duruma gelmiştim, çünkü akıl hastanesine yatmıştım. Bir de deli raporu vermişlerdi elime. Artık oğlum askere gitmişti. Daha çok küçük olan diğer çocuklarıma bakmak zorundaydım. Emekli maaşım da bağlanmamıştı.
Ölene dek emekçi, başeğmezBu sefer de geçimimizi sağlamak için semt pazarlarında sebze satmaya başladım. Uzunca bir zaman sonra emekli maaşı almaya başladım. Tekrar çocuklarımı alıp Adana’ya yerleştim. Çocuklarım büyüdü, kimi evlendi kimisi bekar. Henüz daha yaşamımda yapacağım çok şey var derken o illet hastalığın pençesine düştüm. Hadi bakalım Gülten hanım dedim kendime, kanserle nasıl mücadele edeceksin bunu nasıl yenmeyi başaracaksın dedim. Birkaç kez ameliyat geçirdim. Sonra radyoterapi kemoterapi. Bu hastalıktan kurtulmanın mümkün olamıyacağını bilerek yaşama dört elle yeniden sarıldım.
Gülten Teyze’nin ardındanGülten teyze, bizleri çok severdi. Her gördüğünde "Çocuklar gazete çıktı mı?" diye sorardı. Gazeteyi eline verdiğimizde, ilk önce işçi mektuplarını okurdu hep. Gittikçe ağırlaşıyordu. Artık yatağa saplanıp kalmıştı. Çok fazla konuşamıyor, okuyamıyordu. Geçtiğimiz Haziran ayıydı, yine gazetemizi alıp Gülten teyzenin yanında soluğu aldık. "Gazete geldi ama iç sayfada bir sürprizle karşılaşacaksın" dedik çok heyecanlandı. Gazeteyi açtığında 15-16 Haziran yazısı ve 15-16 Haziran Direnişi‘nde kendisinin arkadaşları ile birlikte çekilmiş resmini gördüğünde çok duygulandı, ağlamaya başladı. "Keşke eşimle birlikte direnişte çekilmiş resmimizi verseydiniz gazeteye" dedi. Biz de, "Senin resmini biz vermedik herhalde arşivlerde var olan resimler kullanılmıştır" dedik. O haliyle bize gülümseyip "Aferin size" dedi:
Demek ki siz doğru olanı yapıyorsunuz. Bizim sizlere bıraktığımız değerleri hala sahipleniyorsunuz. Bazen size kızıyordum kendinizi, ailelerinizi ihmal ediyorsunuz diye. Varsın ihmal edin, eğer hala 15-16 Haziran’ları 1 Mayıs’ları unutmuyorsanız, siz doğru yoldasınız demektir.
Anam benim, dünyanın sıcak göğsüHer yanına gidişimizde o masmavi gözleri sevinçle ışıldardı Gülten Teyzemizin. Kimi zaman yokluktan ve yoksulluktan kurumuş ekmekleri suya batırarak karnımızı doyurmaya çalışan, kimi zaman günlerce direnişlerde yer alıp yüzünü bile göremediğimiz, kimi zaman yaşamla baş edemeyip akıl hastanelerine düşen, bizleri aylarca tanıyamayan, ama her zaman onuruyla yaşayıp bizlere de dünyadaki en büyük değerin onurlu yaşamak olduğunu öğreten "Gülten teyze" benim annemdi. Bize verdiğin, öğrettiğin tüm değerler boşa gitmeyecek. Bizlere bıraktığın bu mirası sonuna kadar taşıyacağız anne.


Polis “Vazife” başında: Polis aracında işkence

İSTANBUL (01.06.2007)- Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu'nda değişiklik, Meclis Genel Kurulu'nda görüşülmek üzere gün sayarken, polis, daha şimdiden “sınırsız özgürlüğü” sokakta uygulamaya girişti. Okmeydanı'nda bir ESP'li zorla polis aracına bindirildi, işkenceye maruz bırakıldı.
Dün Okmeydanı Piyalepaşa Bulvarı'nda çalıştığı iş yerinden malzeme almak üzere çıkan ESP'li Engin Takmaz, polis saldırısına maruz kaldı. Beyaz renkli Şahin marka bir araçtan inen TMŞ polisleri, önce hiçbir gerekçe göstermeksizin kimlik kontrolü yapmak istedi, ardından da uygulamaya itiraz eden Takmaz'ı kaçırmaya çalıştı.
ESP'li Engin Takmaz, kendisine kimlik soran ama niyetleri 'adını öğrenmek' olmayan polislerce, zorla araca bindirildi. Takmaz, polis aracı içinde işkenceye maruz kaldı. Takmaz, 300 metre ileride bulvar üzerinde küfredilerek araçtan atıldı.
Polise “sınırsız özgürlük” yasası
27 Nisan muhtırası ve Ulus patlamasının ardından, sınırötesi tartışmalarının gölgesi altında jet hızıyla gündeme getirilen polise süper yetki yasası değişikliği, emekçilerin zaten güdük olan söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik önemli bir saldırı. Yasa ile birlikte, 2007 1 Mayıs'ında İstanbul'da yaşananalar olağanlaştırılmakta, sürüklileşmektedir.
Değişiklik, polise sınırsız infaz yetkisi tanımaktadır. Hatırlanacağı üzere TMY'de tanınan 'dur' ihtarına uymayana ateş etme yetkisi, kısa sürede 4 kişinin sokak ortasında katledilmesine, 10'a yakın kişinin de polisin açtığı ateş sonucu yaralanmasına neden olmuştu.
Değişiklik; polisin kendi keyfine göre belirlediği kişileri, 'şüpheli şahıs kriterleri' bile aranmaksızın, üst araması yapması, parmak izi alması, fotoğrafını çekmesi; miting, maç gibi yerlerde 'önleme araması' gerçekleştirmesi gibi haklar tanımaktadır. Bu adı konulmamış büyük gözaltıdır. Ehliyet, pasaport gibi belgelerin başvurularında parmak izi ve fotoğraf alınması ise bu büyük gözaltının fişleme furyası ile tahkim edileceğini göstermektedir.
Polis terörüne, kayıplara, işkenceye açık çek
Değişiklik; polisin 'gerekli gördüğü hallerde', sulh idare mahkemesi kararı, kararın gecikmesi halinde ise mülki idare amirinin yazılı emriyle kişilerin üstleri, araçları, evrak ve eşyaları ile birlikte ev ve işyerlerini de arayabilmesinin önünün açtığı için; baskınların, polis terörünün şahlanmasıdır. Polise, toplantı ve gösterilere ihtar yapmadan saldırabilme, üniversitelere izinsiz girebilme, kurum ve kuruluşlarda herkesin (avukat, hâkim, savcı dahil) üstünü ve aracını arama yetkisi verilmesi de bunun göstergesidir.
Değişiklik; “Zor kullanma yetkisi kapsamında, direnmenin mahiyetine ve derecesine göre ve direnenleri etkisiz hale getirecek şekilde kademeli olarak artan nispette bedeni kuvvet, maddi güç ve kanuni şartları gerçekleştiğinde silah kullanılabilecek” maddesi ile, işkencenin önü açmaktadır.
Değişiklik; “Şüpheli kişi kimliği açık bir şekilde anlaşılıncaya kadar gözaltına alınacak ve gerekirse tutuklanacak” maddesi ile, kaybetme saldırısına açık çek tanımaktadır.


01 Haziran 2007
Tasfiyeciliği derinleştiren birlik
Bağımsız ortak adaylar bloğu: İlkesiz ve pragmatik, tasfiyeciliği derinleştirici birlikUfuk Çizgisi, Sayı: 62Çıkışını bir grup aydının basın açıklamasından alan ve onlarla birlikte DTP, SDP, EMEP, ÖDP gibi yasal partiler, ESP, HÖC, SEH gibi platformlar, PSAKD ve DTP tandanslı Demokratik Alevi Hareketi gibi mezhep temsilcileri ile bazı dergi çevreleri tarafından yürütülen “Bağımsız Ortak Adaylar” kampanyası, 2007 genel seçimlerinin özgüllüklerinden biri. Ana motifini yüzde 10 barajını aşmanın oluşturduğu bu taktik doğrultusunda, başta metropoller olmak üzere toplantılar düzenleniyor.
"Sol için ilginç bir öneri"den "üçüncü cephe"yeBağımsız ortak aday politikasının işaret fişeğini, her ikisi de Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Ahmet İnsel ve Prof. Dr. Seyfettin Gürsel‘in 18 Mart 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayınlanan "Sol için ilginç bir öneri" başlıklı yazıları attı.Türkiye’de liberalizmin önde gelen isimlerinden olan İnsel ve Gürsel,
Bugün CHP’nin demokrasi ve özgürlükler konularında yarattığı büyük temsil boşluğu, çok geniş bir demokrat seçmen kitlesinin seçimlerde ne yapacağını bilememesine yol açıyor. Parlamentoya girme ihtimali olan hiçbir parti bu sol seçmen kitlesinin beklentilerini yanıtlamıyorgerekçesine dayanarak sol partilerin yüzde 10 barajını aşmak için “bağımsız demokrat adaylar” taktiğini kullanmasını önerdiler. Önerilerini 2002 seçim analizi üzerinden yaptıkları hesaplamalarla destekleyen Ahmet İnsel ve Gürsel, taktiğin kazandıracaklarını “Gelecek yasama döneminde demokrasi değerlerini, solun eşitlik ve özgürlük idealleriyle uyumlu biçimde savunacak az sayıda da olsa milletvekilinin TBMM’de yer alması, Türkiye solunun yeniden yapılanmasına gidecek bir dinamik yaratabilir” diye tanımladılar.Bu önermenin yakın arka fonunda, Hrant Dink‘in cenazesine, ağırlığını orta sınıf liberallerin oluşturduğu 100 binden fazla kişinin katılması yer alıyordu. Cenazedeki bileşim ve solda artan siyasal-toplumsal huzursuzluğun kendisine akacak bir kanal bulma arayışı, liberallerin CHP‘ye de AKP‘ye de oy vermek istemeyen “kentli bir demokrat seçmen kitlesi”nin varlığından, yüzde 10 barajı nedeniyle meclise giremeyen DTP ve sol partilerin durumundan ve 2002 seçimlerinde sandık başına gitmeyen yüzde 10′luk bir kitle ile birlikte toplam “4 milyon oyun kaybolmuşluğundan” hareketle, seçimlere bağımsız adaylarla katılma formülünü ortaya atmalarına yol açmıştı.14 ve 29 Nisan mitingleri ile 27 Nisan muhtırasının orta sınıflardan emekçi kitlelere doğru uzatılan “Ne darbe ne şeriat” kıskacını sıkıştırması, seçim düzleminin de belirmesi sonucu, liberal reformcu eksendeki bu arayışları derinleştirmekle kalmadı; kapsama alanını da genişletti. Hrant Dink’in cenazesinin okunma biçimi, Taksim‘in emekçiler tarafından militanca kazanıldığı 1 Mayıs sonrasına da taşındı. 1 Mayıs’a ilişkin yapılan değerlendirme toplantısında ESP, “Buradaki ortak duruşu siyasal gündemlerle de birleştirmeliyiz. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, muhtıra, vs tartışmaları yapılıyor, ciddi bir gerilim var iki taraf arasında. Bizler, buradaki bileşenler üçüncü bir taraf, yol, meclis olarak safımızı belirlemeli ve işçi, emekçilere de adres göstermeliyiz” önerisiyle “üçüncü cephe” formülünü ortaya attı.Erken seçim düzlemine girilmesiyle birlikte, ortak bağımsız adaylar politikası, önce liberal akademisyenler, aydın ve sanatçılar, bazı sendikacılar tarafından yapılan bir basın açıklaması ve 8 talebin deklare edildiği, internet üzerinden yürütülen bir imza kampanyasıyla aktive edildi. İmzacılar, ilkelerini şöyle tanımladılar:
Savaşa ve sınır ötesi operasyonlara karşı olmak, Kürt sorunun barışçıl siyasi çözümünü savunmak, halkların eşitlik, özgürlük ve kardeşliği için çalışmak, IMF ve patronlara karşı emekçinin yanında yer almak, atanmışlara karşı demokratik olarak seçilmişleri korumak, yasaklara karşı özgürlükleri savunmak, bütün dinsel, mezhepsel, cinsel, etnik ayrımcılıklara karşı ezilen grupların sesi olmak, ırkçılığa ve ayrımcılığa taviz vermemek, kadın hak ve özgürlüklerinin yanında yer almak ve çevresel yıkıma karşı durmak.
Liberalizm ve parlamentarizmi güçlendiren bir eksenDevrimci proletarya, ortak bağımsız adaylara ilişkin tutumunda, onun siyasal-sınıfsal eksen ve bileşimini esas almaktadır. Kampanyanın bileşimini orta sınıf liberal aydınların, Kürt ulusal reformist hareketi, ve onlara eklemlenmiş sol reformist partilerle bazıları bunlarla süreklileşmiş bir ilişki halindeki ESP gibi devrimci demokratik güçler oluşturmaktadır. Hareketin siyasal odağında aynı temalarda birleşen liberaller ve DTP, sayısal olarak da Kürt kitleleri vardır.Devrimci demokratik güçler ve sol reformist partilerin liberaller ve DTP ile ittifakı, bugüne dek sergilenen kuyrukçuluğun ve silikleşmenin devamı niteliğindedir. İttifakın siyasal temelinde, liberalizm ve devrimci demokrasi arasında, ikincinin birinciye doğru çözüldüğü bir ilişki bulunmakta ve bu, parlamentarist zeminle birlikte daha da derinleşmektedir.“Üçüncü cephe” ya da ortak bağımsız adaylar taktiği, emekçi sınıfların acil yaşamsal taleplerinin ve siyasal demokratik taleplerin net bir devrimci demokratik bir içerik ve ruhla yükseltildiği bir platformu değil, liberal çağrıcılarının politik eksenini temsil eden bir özelliğe sahiptir. İçeriğini geniş kitleleri kapsayabilecek popüler bir söylem kullanmak değil, ona hakim olan liberal rengi daha da belirginleştiren temalar belirlemektedir.“Atanmışlara karşı seçilmişlerden yana olmak” gibi liberalizmin ve burjuva parlamentarizminin bayraklarından biri kullanılmaktadır. Ancak bu dahi siliktir ve net bir MGK karşıtlığına başvurulmamaktadır. Benzer bir biçimde, “kadın hak ve özgürlüklerinin yanında yer almak” gibi emekçi vurgusu bordadan atılmış, burjuva modernist bir yaklaşım, ilkeleştirilmektedir. Kürt sorununun “barışçıl siyasi çözümünü savunmak”, dikkatini reformist barış süreci üzerinde toplayan DTP’nin ve liberallerin, yanı sıra DTP kuyrukçusu çevrelerin üzerinde kolaylıkla birleştikleri bir platformu temsil etmektedir.Bağımsız ortak adaylar bloku, liberallerin ve DTP’nin duyarlılıkları üzerine kuruludur. ABD ve AB‘ye karşı net bir antiemperyalist konumlanış ilke düzeyinde ele alınmamakta; IMF‘ye karşı olmak biçiminde daraltılmaktadır. Bunun temelinde, blok “ilkeleri”ni oluşturanların, emekçi sınıfların ve Kürt halkının emperyalizm ve onun sınıfsal dayanağı olan işbirlikçi tekellere, TÜSİAD‘a karşı emekçi kitlelerin aydınlatılması ve mücadeleye seferber edilmesi kaygısına hiçbir biçimde sahip olmamaları yatmaktadır.Aynısı, blokun ruhen de içerisine girdiği parlamentarist zemin için de geçerlidir. Bir seçim sürecinde, emekçi sınıfların en yakıcı ihtiyacı, onların burjuva parlamentarist hayal ve beklentilere karşı uyarılması, taleplerinin biricik çözümünün devrimci iktidar savaşımından geçtiği konusunda aydınlatılmasıdır. Bağımsız ortak adaylar bloku içerisindeki devrimci demokratik güçler dahil, bırakalım emekçi kitlelerin siyasal bilincini bu yönlü işlemeyi, çıkış noktasını oluşturan liberal zeminden dolayı liberalizm ve reformculukla hiçbir sınır koyulmamaktadır. Aksine, “23 Temmuz sabahı”na ilişkin, ESP tarafından dahi başta Kürt emekçiler için son derece yanıltıcı olacak, pembe tablolar çizilerek bunun da ötesine geçilmektedir.Bu yüzden de bu taktik, desteklenmek bir yana komünist ve devrimcilerden, sınıf bilinçli öncü işçi ve emekçilerden gelen devrimci bir basıncın konusu olmak durumundadır.
Kürt sorununda liberal-reformist çözüm platformuBağımsız adaylar blokunun değerlendirilmesinde, sorun elbette ki seçim barajını aşmak amacıyla teknik olarak bağımsız aday çıkarıp çıkarmamak ekseninde ele alınamaz. DTP’ye karşı uygulanan yüzde 10 barajı milyonlarca Kürdün siyasal temsilini engellemeye dönük bir linçten başka şey değildir. Aynı biçimde, Güney Kürdistan operasyonu başta olmak üzere, Kürt halkını, adaylarını, kampanya aktivistlerini hedefleyecek saldırılara, artabilecek linç ve siyasal suikastlere, tutuklamalara, Kürtçe propagandanın engellenmesi vb.ne karşı en önde tutum almak, devrimci proletaryanın omuzlaması gereken demokratik bir görevdir.Ancak, Kürt emekçiler başta olmak üzere görülmesi gereken, bağımsız ortak adaylar blokunun Kürt sorununun liberal-reformist çözüm platformunun bir uzantısı olarak inşa edildiğidir. Burjuvazi içerisinde ortak bir politika düzlemine çıkmamakla birlikte, bunun karşıdevrim cephesindeki simetrisini, Güney Kürdistan’ın Kürt kitleleri için oluşturduğu çekimin basıncıyla Kürt hareketini Türkiye’deki sürece parlamenter yoldan adapte etmek oluşturmakta; katil Ağar gibilerin serbestçe dillendirdikleri bu seçenek “güç biriktirmektedir”.DTP’nin bağımsız ortak aday politikası ile eski MİT Müsteşarlarının da izlediği “Türkiye Barışını Arıyor Konferansı” arasında açıkça bağ kurması, burada iki yönlü bir çizgi devamlılığına işaret etmektedir. Bu politika, adayların meclise girmesi biçiminde sonuç verdiği takdirde de, aksi koşullarda da, Kürt halkının devrimci birikimlerini daha da törpüleyecek bir sürecin işlenmesine hizmet edecek; karşıt kutbunda ise, Kürt ulusu içerisindeki “iki ulus” gerçeğini daha da belirginleştirecektir.Komünist ve devrimciler, sınıf bilinçli Kürt ve Türk işçiler, Kürt halkının geleceğini liberal reformcu bir çıkmaza sürükleyen bu politikanın yalnışlığını ortaya koymalı ve Kürt emekçileri uyarmalıdırlar.
İlkesiz ve pragmatik birliklerle tasfiyecilik derinleştirilmemelidir!Bağımsız ortak adaylar blokunun siyasal-sınıfsal bileşimi ve içeriği, emekçilere karşı sorumluluktan çok ilkesiz ve pragmatik bir birlik anlayışına dayanan, tasfiyeciliği derinleştirici bir role sahiptir. Türk ve Kürt liberallerinin platformunu sola, devrimci demokratik güçlere doğru genişleten bu politika savunulup desteklenemez.Ancak bu tutumumuz, ona karşı salt uzaktan izleyici ve eleştiren konumunda kalacağımız anlamına gelmiyor. Bağımsız ortak adaylar taktiğinin doğrudan hedefi ve destekleyicisi durumundaki öncü işçi ve emekçiler, Kürt halkı, demokrat aydınlar ve akademisyenlerle sınırlı kalmaksızın, ortaya koyulan bu liberal-reformcu içeriği ortaya koyulduğu her zeminde eleştirmek ve sorgulanmasını sağlamak zorunludur.Seçim süreci kendisiyle sınırlı bir kesit değildir. Onun öncesinde devrimci militan bir ruhla yaratılan Taksim’in kazanılması olduğu gibi, önümüzde de devrimci sınıf mücadelesinin bu ruhla yükseltilmesi, emekçi sınıfların devrimci siyasal bilinç ve eyleminin geliştirilmesi görevi durmaktadır. Tutulması gereken yolu gösteren, tasfiyeciliği ve liberalizmi derinleştirecek ilkesiz pragmatik birlikler değil, bu ruh ve perspektiftir.