
Büyük direnişe onurlu proleter bir neferinin yaşamından bakıyoruz:Alınteri - Sayı: 44 - 22 Mayıs 2007
Yürüdüler…Yıl 1970... 15–16 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te 115 fabrikadan 75 bini aşkın işçi İstanbul sokaklarını zaptetti. Çünkü çatısı altında örgütlendikleri sendikaları (DİSK) kapatılıyordu. Polis ve asker barikatlarını aşa aşa, bedeller ödeye ödeye bu saldırıyı geri püskürttüler!
Sıra bizdeBugün birbirinden habersiz irili ufaklı birçok grev ve direniş gerçekleştiriyoruz. Ama eylemlerimiz dayanışma ve militan mücadele yoksunluğundan sönümlenip gidiyor. Dün, sınıf kardeşlerimiz, sermayenin saldırılarını nasıl püskürttüyse bugün de püskürtebilecek gücümüz var.
Dövüşe dövüşe yürünecekBugün çok daha büyük ve güçlü bir sınıfın mensubuyuz. Ama dağınığız, örgütsüzüz, kendimize ve sınıfımıza güvenimiz yok! Her şeyden önce bu eşiği aşmamız gerek. Bu da ancak örgütlü ve ısrarlı bir mücadeleyle olur. Dövüşe dövüşe, barikatları yara yara olur!
En önde kadınlar vardıYüzlerce işçi fabrikayı boşaltmaya başladı. Kortejler oluştu. En önde kadınlar vardı. Onlardan biri de Gülten Teyzemizdi.
15 - 16 HAZİRAN'DA SENİNLEYİZ GÜLTEN TEYZEO bundan 30 yıl önce İzmit Çayırova’da Arçelik fabrikası işçilerinin çok sevdiği Gülten Ablası, 20 yıl sonra Adana’da işçi ve emekçilerin Gülten Teyzesi.Gülten teyzemizi bundan altı ay kadar önce yakalandığı kanser hastalığından kaybettik. Yaşamı boyunca o hep mücadele etti. Yaşama gözlerini yumduğunda 69 yaşındaydı. Onun ölmeden önce istediği tek bir şey vardı: Alınteri‘ne, işçi ve emekçi bir anne olarak yaşamını yazabilmek. Ama zamanı yetmedi. Yakınları olarak, bize anlattığı ve bizim tanık olduğumuz kadarını biz yazalım istedik. Şunu şöylemişti:
Yaşamım mücadele eden-etmeyen tüm işçi, emekçi kadınlara ders olsun. Ders olsun ki, kimseye yaşamları boyunca boyun eğmesinler. Kocalarına bile...Gülten teyzemiz İstanbul’da doğmuş, büyümüş. 14 yaşında sokakta ip atlarken onun düğünü yapılmış, sokaktan alıp gelinliği giydirmişler üstüne. "O gün beyaz gelinlik kefen olmuştu bana" derdi. Bundan sonrasını ondan dinleyelim:
Hikayelerimiz nasıl da aynıGelin olduktan sonra Adana’ya geldik. Çırçır fabrikasında çalışmaya başladım. Bu arada ben çocukken çocuklarım oldu. Ben çocuk onlar çocuk, birlikte büyümeye başladık. Eşim çalışmıyor, benim çalışıp kazandığım üç-beş kuruşu da elimden alıyor, sürekli içkiye veriyordu. Daha sonra şiddetle birlikte başka başka kadınlar girdi yaşamımıza. Neden diye sorduğumda her gün dayak yemeye başladım. Hoş, dayak yemek için illa bir şeylere karşı gelmen de gerekmiyordu. Bunun için sadece kadın olman yetiyordu. "Neden içiyorsun? Neden çalışmıyorsun?" diye sormam da gerekmiyordu. Kadındık işte! Otursan dayak, kalksan dayak, çalışsan dayaktı yaşam benim için.Yıllarca çalışarak edindiğim kazancımın, çocuklarımı büyütmenin ‘mükafatını’ eşim bana bu şekilde ödüyordu. Birgün "Yeter" dedim. Çok gençtim. Alıp çocuklarımı gidecektim buralardan. Ama o cesareti bulamıyordum kendimde. Nereye gider, 4 çocukla kime sığınırdım? Ailem kesinlikle kabul etmezdi. Hani "dövse de, sövse de kadının yeri kocasının yanıydı" ya onlara göre.Bir gün yaşadığım bir olay bardağı taşıran son damla oldu. Ücretimi almış alış-veriş yapmış çocuklarımın istediği ufak tefek şeyleri de almış eve gelmiştim neşeli neşeli. Daha sonra eşim geldi. Zil zurna sarhoştu. Döve döve ücretimin kalanını aldı ve çekip gitti. Aldığım darbelerden kımıldayamıyor yerimden kalkamıyordum, yüzüm gözüm şişmişti. Çocuklarsa bir köşeye büzülmüş korkudan ağlıyorlardı. Geç vakit kapı çalındı. Eşim bir kadınla girdi içeri ve şöyle dedi: "Artık bu evin hanımı bu, o ne derse o olacak!" Donup kalmıştım. Söyleyecek söz bulamamıştım. Film gibiydi! Bütün gece uyuyamadım.
Kendi ayakları üzerinde durmakDaha karanlık sökmeden aldım çocuklarımı gizlice çıktım evden. Atladım trene İstanbul’un yolunu tuttum. Bir akrabama sığındım. Sonra Tuzla‘ya yerleştim, eşimden ayrıldım. Tuzla’da zengin bir ailenin yanında hizmetçilik yaptım yıllarca. Gittikçe kendimi geliştirip bilinçlendirmeye çalışıyor elime ne geçerse okuyordum. Yanında çalıştığım o çok zengin aileden ve onlar gibilerden nefret ediyordum. Çünkü gece gündüz yanlarında çalışmamıza rağmen hem emeğimizin karşılığını alamıyorduk diğer hizmetlilerle birlikte, hem de onur kırıcı hakaretlere mağruz kalıyorduk. Nasıl da sömürüyorlardı, posamızı çıkarıyorlardı.Önceleri böyle düşünmüyordum. Onlar güçlüydü, çok zengindi. Biz de yanlarında çalışanlardık. Yaşam bunu gerektiriyor diyordum, biz çalışacağız onlar kazanacak, biz de üç beş kuruşla yetineceğiz. Ama böyle değilmiş, izin versen kanımızı içeceklermiş meğer! Dayanamadım bunca aşağılanmalara hakarete ayrıldım yanlarından.
Eşim, kavga yoldaşımAradan çok zaman geçmeden Arçelik fabrikasına buzdolabı montaj bölümünde işe başladım. Yaşamım düzene oturmuştu. Çocuklarım da büyümüştü. Rahattım artık. Bir işçiyle tanışmıştım. Dünyanın en iyi insanlarından biriydi. Kısa bir süre sonra evlendik. Aynı fabrikada çalışıyor mesailere birlikte kalıyorduk. İki de kızımız olmuştu. Eşim çok özel biriydi. Ortak yaşamı, paylaşımı, emeğin değerini çok iyi bilen, bu ilkeler doğrultusunda yaşayan, bu güzellikleri kısa süre sonra bana da öğreten biriydi. Çocuklarıma da fazlasıyla emek harcıyor, onların gelişimi için elinden gelen her şeyin en iyisini yapmaya çalışıyordu. Büyük oğlumu Sungurlar fabrikasında işe de sokmuştu. Bir işçinin başı derde girse, bir sorunu olsa gelip onu buluyordu. Arkadaşlarıyla işçi toplantıları örgütlüyor, oğlumu da yanına alıyordu. Dönem dönem beni de katıyordu bu toplantılara. Sonra süreklileşmeye başladı. Bir gün bir toplantıda hiç unutmuyorum sesi hala kulaklarımda yankılanıyor eşimin, şöyle diyordu: "Biz dünyanın en büyük değerleriyiz. Biz olmazsak yeryüzündeki tüm yaşam durur." Tabii ben sonraları eşimin ne demek istediğini anlayabildim. O büyük günü gördüğümde: 15-16 Haziran‘ı.
İşte proleter aile!Arçelik fabrikasında DİSK’e bağlı Maden-İş‘e üyeydik. Eşim, oğlum ve ben o gün her zamanki gibi işimize gittik, iş kıyafetlerimizi giydik, yaklaşık iki üç saat sonra benim çalıştığım montaj bölümünde ve diğer tüm bölümlerde üretim durdu, makineler sustu. Yüzlerce işçi fabrikayı boşaltmaya başladı. Kortejler oluştu. En önde biz kadınlar vardık. Teker teker diğer fabrikaların önüne geldiğimizde tüm fabrikalar boşaltılmış sokaklara dökülmüşlerdi bile.Singer işçileri üretimi durduran ilk fabrika olmuştu. Sonra Sungurlar, Arçelik, Philps, Profilo, Derby, Emayetaş, Hoover gibi birçok fabrika ve binlerce işçi sokaklardaydı. Sungurlar işçilerinin önünde yer alan oğlumu görünce gözlerim gururla dolmuştu, eşimle birbirimize bakıp tebessüm etmiştik: "Bizim oğlan adam olacak!" diyerek.
15-16 Haziran seli: Bizi kim tutabilir?Sungurlar ve Arçelik işçileri hep bir ağızdan türküler marşlar söylüyorlardı. İlk orda duymuştum "sınıf olmak" sözlerini. Ne kadar da doğru bir cümleydi!Anlatılamaz bir coşku seliydi. Uzunca süren bir yürüyüşün ardından polis ve jandarma yolumuzu kesti. "Geçemezsiniz" diyorlardı. Biz kadınlar öndeydik ve öfkeliydik, geçeceğimizi yolumuza devam edeceğimizi söyledik. Bizim sendika seçme özgürlüğümüz elimizden alınamazdı, çünkü böyle bir yasa tasarısı onaylanmıştı. Bu yasayla biz işçi ve emekçilerin birçok hakları da gasp ediliyordu. İşte bunun için kim tutabilirdi ki bizi! İstedikleri kadar yollarımızı kessinler, biz ezip geçmesini bilirdik. Öyle de olmuştu. Önümüzde bizden başka hiçbir güç göremiyorduk.
Bedel ödedik ama biz kazandık!Henüz biz Altıyol‘a gelmeden orda büyük çatışmaların yaşandığı haberiyle birlikte bir işçinin de vurulduğu haberi gelmişti. Gelen haberle birlikte yaşanan o öfkeyi anlatmak mümkün değil. Sonra bir işçi bir işçi daha düşmüştü. İki gün süren direniş boyunca yasa geri çekilmişti ama bizler de üç arkadaşımızı kaybetmiştik. Biz zafere ulaşmıştık, ama öfkeliydik hem de çok öfkeliydik. Büyük bedel ödemiştik üç canımız gitmişti. Ölen işçilerden biri de eşimin çok yakın arkadaşıydı. O günden sonra anladım bedel ödenmeden hiçbir şeyin kazanılmayacağını...
Kardeşlerin geleceğine bakmak!Aradan kısa bir zaman geçmişti. Ben o çok sevdiğim eşimi, can dostumu bir kalp krizi sonucu kaybettim. Bir yıl geçmeden, daha ne olduğunu anlamadan, eşimin ölümünü henüz kabullenemezken 17 yaşındaki kızımı Selma‘mı toprağa verdim. Aniden ölüvermişti kızım. O da babası gibiydi, mücadeleci bir kızdı. Ben işe giderken, "Kızım kardeşlerine bak onlara göz kulak ol" derdim. akşam fabrika çıkışında Selma’mı fabrika önünde elinde işçi bildirileri avaz avaz bağırırken görürdüm. Gülerek yanıma yaklaşır, elindeki bildiriyi bana uzatarak, "Kardeşlerimi merak etme Gülten ablacım" derdi.
Bu kadarı çok fazlaYaşam tüm kayıplara ve kazanımlara karşı devam ediyordu benim için. Eşimi ve kızımı kaybetmek bende elimde olmadan büyük ruhsal çöküntülere neden olmuştu. 17 ay boyunca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nde yattım. Birçok kere elektro şok tedavisi gördüm, zincirlere bağlı kaldım hastanede. Çocuklarım da dahil kimseyi tanımıyordum. 17 ay sonra taburcu oldum. Elektro şoktan kısmi yüz felci geçirmiştim. Arçelik fabrikası Koç ağamız beni malulen emekli etmişti. Onların bahanesine göre çalışamaz duruma gelmiştim, çünkü akıl hastanesine yatmıştım. Bir de deli raporu vermişlerdi elime. Artık oğlum askere gitmişti. Daha çok küçük olan diğer çocuklarıma bakmak zorundaydım. Emekli maaşım da bağlanmamıştı.
Ölene dek emekçi, başeğmezBu sefer de geçimimizi sağlamak için semt pazarlarında sebze satmaya başladım. Uzunca bir zaman sonra emekli maaşı almaya başladım. Tekrar çocuklarımı alıp Adana’ya yerleştim. Çocuklarım büyüdü, kimi evlendi kimisi bekar. Henüz daha yaşamımda yapacağım çok şey var derken o illet hastalığın pençesine düştüm. Hadi bakalım Gülten hanım dedim kendime, kanserle nasıl mücadele edeceksin bunu nasıl yenmeyi başaracaksın dedim. Birkaç kez ameliyat geçirdim. Sonra radyoterapi kemoterapi. Bu hastalıktan kurtulmanın mümkün olamıyacağını bilerek yaşama dört elle yeniden sarıldım.
Gülten Teyze’nin ardındanGülten teyze, bizleri çok severdi. Her gördüğünde "Çocuklar gazete çıktı mı?" diye sorardı. Gazeteyi eline verdiğimizde, ilk önce işçi mektuplarını okurdu hep. Gittikçe ağırlaşıyordu. Artık yatağa saplanıp kalmıştı. Çok fazla konuşamıyor, okuyamıyordu. Geçtiğimiz Haziran ayıydı, yine gazetemizi alıp Gülten teyzenin yanında soluğu aldık. "Gazete geldi ama iç sayfada bir sürprizle karşılaşacaksın" dedik çok heyecanlandı. Gazeteyi açtığında 15-16 Haziran yazısı ve 15-16 Haziran Direnişi‘nde kendisinin arkadaşları ile birlikte çekilmiş resmini gördüğünde çok duygulandı, ağlamaya başladı. "Keşke eşimle birlikte direnişte çekilmiş resmimizi verseydiniz gazeteye" dedi. Biz de, "Senin resmini biz vermedik herhalde arşivlerde var olan resimler kullanılmıştır" dedik. O haliyle bize gülümseyip "Aferin size" dedi:
Demek ki siz doğru olanı yapıyorsunuz. Bizim sizlere bıraktığımız değerleri hala sahipleniyorsunuz. Bazen size kızıyordum kendinizi, ailelerinizi ihmal ediyorsunuz diye. Varsın ihmal edin, eğer hala 15-16 Haziran’ları 1 Mayıs’ları unutmuyorsanız, siz doğru yoldasınız demektir.
Anam benim, dünyanın sıcak göğsüHer yanına gidişimizde o masmavi gözleri sevinçle ışıldardı Gülten Teyzemizin. Kimi zaman yokluktan ve yoksulluktan kurumuş ekmekleri suya batırarak karnımızı doyurmaya çalışan, kimi zaman günlerce direnişlerde yer alıp yüzünü bile göremediğimiz, kimi zaman yaşamla baş edemeyip akıl hastanelerine düşen, bizleri aylarca tanıyamayan, ama her zaman onuruyla yaşayıp bizlere de dünyadaki en büyük değerin onurlu yaşamak olduğunu öğreten "Gülten teyze" benim annemdi. Bize verdiğin, öğrettiğin tüm değerler boşa gitmeyecek. Bizlere bıraktığın bu mirası sonuna kadar taşıyacağız anne.

Fabrika işçisi kadınlar, evin kölesi kadınlar… Emekçi kadınlar öfkeli soluklarıyla sokaktalar. Evde, fabrikada, hayatın her alanında aşağılanmalara, tacize, ağır çalışma koşullarına ve cinsel ayırımcılığa maruz kalan kadınlar “Artık yeter” diyerek sokaklarda haykırıyorlar!
Tarih 8 Mart 1857'yi gösterirken, Amerika’da Chicagolu kadınlar sokaklara çıkıyorlardı. Tarih onların çifte ezilmişliklerini yazdı hep. İşte şimdi yaşamlarının bu döngüsüne bir çomak sokuyorlardı. Binlerce yıllık kahırla, kinle, umutla dolduruyorlardı alanları.
Ne istiyordu emekçi kadınlar? Günde 15 – 16 saate varan vahşi sömürü koşularına karşı 10 saatlik iş günü istiyorlardı. Erkekler gibi, eşit işe eşit ücret istiyorlardı. Aşağılanmak, hor görülmek, ayırımcılığa maruz kalmak istemiyorlardı. Tüm bu taleplerini “Ekmek ve Gül İstiyoruz” diye özetliyorlardı. “Ekmek” daha iyi bir ücret ve karın tokluğunu simgelerken “Gül” daha kaliteli yaşam koşullarını simgeliyordu.
“Ekmek ve Gül” isteyenlerin karşılarında patronun polisi vardı. Yürüyorlardı. Saflarından kızkardeşleri ölerek, yaralanarak düşüyordu bir bir. Yürüyüş ve grevleri kanla bastırıldı.
Ama Chicago’nun sokakları ve kadınları, O günü asla unutmayacaktı.
Hatırasını kızıl bir gül gibi taşıyacaklardı göğüs kafeslerinin içinde. Bir kez silkinip kalmışlardı işte. Onları boyunduruk altına almak artık kolay olmayacaktı.
Bin yıl da geçse daha demincek
Aradan 50 yıl geçti. 8 Mart 1908’de Chicagolu kadınlar bir kez daha doldurdu alanları. Bu defa 50 yıl önceki taleplerine yenilerini eklemişlerdi: 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve çocuk emeği ile ilgili yasa istiyorlardı. Direniş yine patronların kendilerine has yöntemleriyle, kanla bastırıldı. 140 kadın öldürüldü birçoğu da tutuklandı.
Ancak ateş yakılmıştı bir kere. Bu mücadele kıvılcımı bütün dünyayı saracak, emekçi kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir pusula olacaktı. Mücadeleyle geçen bu süreçten sonra kadınlar birçok hak elde etmeyi başarmışlardı.
Chicagolu kadınlar hala önümüzde yürüyor
Alman komünist Clara ZETKİN 1910 yılında Kopenhag’daki Kadın Konferansı’nda, öldürülen kadınların anısına, 8 Mart’ın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal‘e önerdi. Enternasyonal’de bu öneri kabul edildi. (Enternasyonal, işçilerin uluslararası mücadele birliğidir.)
1975 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan ederken kimilerinin düşündüğünün aksine, 8 Mart’ın özünü, gerçek içeriğini boşaltmanın ilk adımını da atıyordu. Ve o tarihten bugüne dek dünyada iki farklı 8 Mart kutlanması gelenek haline geldi.
8 Mart, dünya tarihine patronların ezdiği işçi kadınların, burjuvalara karşı verdiği zorlu ve kanlı mücadelesiyle yazıldı.
Öyleyse 8 Mart’la burjuvazinin işi ne?
Çünkü binlerce yıl da geçse onun hatırlanmasını, sokaklarda kutlanmasını engelleyemiyor. Engelleyemiyorsan evcilleştir. Kendi kabul edeceğin sınırlara çek. İşçi ve emekçilerin kafasını bulandır. Yaptıkları budur. 8 Mart’ı bir mücadele günü olmaktan çıkarmak, kadın işçi ve emekçilerin belleğinden silmek. Sulu bir kadına hediye almak günü olarak yaygınlaştırıp yozlaştırmak.
Oysa, 8 Mart emekçi kadınların özgürlük ve emek mücadelesinde önemli bir mihenk taşıdır. İşçi kız kardeşlerimizin gözüpek mücadelesiyle yazılan bu tarih, biz işçi ve emekçi kadınların bugünkü mücadelesine taşınarak yaşatılabilir.
Yürüyeceğimiz yol, yüzlerce yıl önce Chicagolu kadınlar tarafından çizilmiştir. Öyleyse; YÜRÜYELİM!
“Önderlerini vur”
Yazılarındaki teorik hatalara rağmen Rosa Luxemburg, Alman ve uluslararası işçi sınıfının önde gelen önderlerinden birisiydi. Burjuvazi, proleter yığınlar içinde kök salmış Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi işçi sınıfı önderlerinin ne denli tehlikeli olabileceklerini çok iyi biliyordu ve bu nedenle her türden aracı kullanarak onlarla mücadele ediyordu.
Kapitalist düzeni sarsan Kasım devriminden ve arkasından gelen Ocak ayaklanmasından sonra açık katliamlar gerçekleştirmekten de çekinmemeye başladılar. “Önderlerini vur” yazılı afişler her tarafa yayıldı ve proletaryanın önderlerinin avına çıkıldı.
SPD’nin doğrudan katılımıyla, Soğuk bir kış günü, 15 Ocak 1919′da Rosa, Liebknecht ve Wilhelm Pieck gözaltına alındı. Pieck kaçmayı başarırken, Luxemburg ile Liebknecht cellatların elinde kaldı.
Luxemburg’un başı dipçikle ezildi, ölene kadar dövüldü. Liebknecht de başına sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Son nefeslerine kadar cesur ve kararlı olan iki devrimcinin bedenleri, Landwehr Kanalı’na atıldı. Aylarca bulunamadılar.
“15 Ocak’ta görüşmek üzere…“
Ama burjuvazinin onları kaybetme planı tutmadı. Onların anısı bugün de canlıdır. Onların ve Alman komünist-devrimcilerinin anısına Berlin’de yapılan Anıt mezar, her sene 15 Ocak’ta enternasyonalizmin en sıcak yaşandığı anlara sahne olur. Hangi ulustan olduğu bilinmeyen, değişik yaşlarda binlerce insan, “iğne atsan yere düşmez” kalabalıkta iç içedir. Sınıfsız-sömürüsüz dünya özleminin dolayımsız ifadesi olan Enternasyonal, birçok değişik dilden, hep birlikte söylenir.
“İdeallerini/ ideallerimizi yaşatmak için, seneye 15 Ocak’ta görüşmek üzere…” diyerek ayrılınır oradan…
Meksika işbirlikçi burjuvazisinin kamu işçi ve emekçilerine saldırısı yalnızca ekonomik de değil. Burjuvazi, bu saldırılarla asıl olarak, başta son dönemde militan direnişlerle öne çıkan eğitim emekçileri olmak üzere kamu emekçilerinin direncini kırmaya çalışıyor. Kamu emekçilerinden de cevabını anladığı dilden alıyor!
Meksika'da 1 Mayıs, 2, 3, 4 Mayıs'a ve sonrasına, giderek kitleselleşen ve ülke çapında yaygınlaşan grev, gösteri ve işgallerle taşınıyor. Meksika'da başını Ulusal Öğretmenler Sendikası'nın çektiği direnişin startı, 1 Mayıs gösterilerin hemen ardından 2 Mayıs'ta 100 bin öğretmenin yasa tasarısına karşı mahkemelere eylemli başvurularıyla verildi.
Aynı gün kuzeydeki Chihuahua'dan güneydeki Chipas'a kadar onbinlerce kamu emekçisi, işçi ve öğrenci, ülke çapında gösteriler başlattı. Sayısız kitle gösterisi yapıldı, bazı devlet binaları işgal edildi, otoyollara barikatlar kuruldu, ABD ve Guatemala sınırları göstericiler tarafından kapatıldı.
Chihuahua şehriyle birlikte, geçtiğimiz aylarda görkemli bir direnişin yapıldığı Oaxaca şehri de göstericiler tarafından yeniden işgal edildi. Tamualipas'ta meydanları ve hükümet-belediye binalarını benzer bir işgal girişimi ise şimdilik sonuçsuz kaldı.
Göstericiler sosyal güvenlik ve emeklilik yasasının yanısıra, Meksika'nın ABD ile yoğunlaşan "güvenlik işbirliği anlaşmaları"nı, enerji kaynaklarının özelleştirilemesini ve artan hayat pahalılığını protesto ediyorlar. ABD'nin onlarca Kübalının katili kontra