
Seçim değil devrim için EMEKÇİLER SOKAĞA!

İçerisinden geçtiğimiz sürecin, diğer seçimlerle adeta tek ortak paydası, kitlelerin alabildiğine politikleşmesi, hayatın her alanında politika konuşulur hale gelmesidir. Ancak, bu, olağanüstü bir kafa karışıklığı, toplumsal kutuplaşma ve daha geniş kesimlerin derin umutsuzluğu eşliğinde gerçekleşiyor. “Oy verecek adam yok“la, “Oy kullanmak vatandaşlık görevi” arasındaki çelişkili düşünüş ve ruh hali, özellikle ağırlığını işçi ve emekçilerin oluşturduğu bu son kesimi, kötünün iyisini bulmaya zorluyor. Bunda, sistem karşıtı/dışı bir çözüm arayışsızlığının, daha doğrusu böyle bir çözümün seçenek haline gelmemiş olmasının rolü kuşkusuz belirleyicidir.
Bu kaotik seçim ortamında, proletarya devrimcilerinin görevi de çok yönlü ve kapsamlıdır. Ancak hareketli geçen Mart-Mayıs sürecinin istimi henüz dağılmamıştır. 1 Mayıs‘ta Taksim‘in fethiyle taçlanan bu süreç, işçi ve emekçilerin özne olma özlemini yansıttığı kadar, militan, koparıcı bir önderliğe duyduğu özlemi de açığa çıkardı. Bizim açımızdan ise bu süreç, eksikliklerimizi ama bundan da önce ve çok daha fazla, yüklenince neler yapabileceğimizi bir kez daha gösterdi. Buradan aldığımız güç ve enerjiyle, tempoyu yükseltmeliyiz.
Devrevi değil sürekli!
Seçim çalışmaları her şeyden önce, busürecin siyasal-toplumsal koşulları içerisinde rahatça hareket edebilecek bir donanımı gerektirir. Karşılaşacağımız her sorunun doğru tarzda çözümünü koşullayacak ve kolaylaştıracak temel dinamiğimiz, taktiğimizin kavranma düzeyi olacaktır. Yanı sıra, propagandamızın ikna kabiliyeti, onun gücünü gerçeklerden alıyor olmasındandır. Bu nedenle, gerek burjuva partilere, gerek bağımsız adaylara oy yok derken, hiçbir tereddüde yer olmamalıdır. Çünkü mevcut parlamento bizim için “ahır”dır ve ona güveni pekiştirecek her türlü propaganda ve çalışmaya koşulsuz karşı çıkılmalıdır. Emekçilerin parlamentoya güveni, devrimi geciktirici bir faktördür ve eğer hala seçim sistemine, hükümetlere, meclise, yasalarına vb. güveniliyorsa, sistem dışı bir arayışa yönelmemelerinden daha doğal bir şey olmayacaktır. Buradan da anlaşılacağı gibi, seçimler karşısındaki tutum sadece devrevi bir şey değil, aynı zamanda devrim karşısındaki tutumdur. Bu, netlikle bilince çıkarılmalı, çalışmalar yürütülürken, “1-2 aylık bir süre” gibi bir yanılgıya düşülmemelidir.
Kaldı ki, ne gerici temeldeki toplumsal yarılma, ne iktidar dalaşları, seçim süreciyle sınırlı değildir ve olmayacaktır. Seçim sonrasında krizin daha da şiddetlenerek süreceği, dolayısıyla, kitle manipülasyonu ve yedeklenmesine dönük girişimlerin daha da artacağı bugünden görünüyor. Bu yüzden, seçim faaliyetimizin, “takvimsel bir olgu” olarak algılanması, yapılabilecek en yanlış şey olacaktır. Seçimlerden sonra temponun düşürülmesi bir yana, giderek yükselen bir politik faaliyet grafiğine ihtiyaç vardır.
Siyaset boşluk tanımıyor!
Mart-Mayıs sürecinde taktiğimizin bel kemiğini, kitle çalışması oluşturuyordu. Bu ihtiyaç her geçen gün yakıcılaşarak sürüyor. Bir tek, azdırılan şovenist histerinin geldiği boyut açısından bile, önüne durulup püskürtülemeyen her saldırının, nasıl bir dalgaya dönüştüğünü göstermesi bakımından öğreticidir. O halde, bütün devrimci faaliyetler için olduğu gibi, seçim çalışmamız da kendinden menkul bir seçim propagandası olamaz, olmamalıdır. Siyasallaştırılmış, süreklileştirilmiş bir kitle çalışması, ilişki sistematiği ve örgütlü kitle dayanaklarının yaratılmasıyla yürünmelidir. Burjuva kesimlerin ve onların partilerinin kitlelere kanca attığı, gözlerini boyayıp bilincini bulandırdığı her konuda, gözlerdeki perdeyi yırtacak, yaratıcı ve dinamik bir ajitasyon-propaganda faaliyeti örgütlenebilmelidir.
Bir yanda şovenist seferberlikçiler, diğer yanda dinci gericilik tarafından doldurulmaya çalışılan bu boşluk, öncelikle proleter devrimci siyasetin zayıflık, giderek tutukluklarıyla varolmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere, her faaliyetin merkezinde bu boşluğun doldurulması, en başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerle proleter devrimci siyaset ve örgütlenme arasındaki mesafenin kapatılması olmalıdır.
“Elim kırılsaydı”ya hazır olmak
Öncelikle, bir yanlış algılama biçimini düzeltmeliyiz: Onlar nasılsa bildiğini okuyacak (oy verecek), yine de ‘’Biz doğruları söyleyerek, teşhirimizi yaparak geleceğe yatırım yapalım‘’ anlayışı doğru olmadığı gibi, çalışmanın sonuç alıcığını da baştan sakatlar. (Ki bu anlayış sadece seçim çalışmasında değil, kitlelerin hazır olmadığını düşündüğümüz başka konulardaki çalışmalarda da görülmüştür.) Unutmamamız gereken şudur; bir önceki seçimlerde milyonlarca insan, oy kullanmama tavrını kendiliklerinden gerçekleştirmiş, rejimle aralarındaki mesafenin altını çizmişlerdi. Dokunduğumuz her kesimde, aslında düzen partilerinden beklentinin ne kadar düşük olduğunu ya da hiç olmadığını görüyoruz. Yapmamız gereken, onların kafalarındaki güvensizlik ve çelişkileri büyütüp, netleştirerek sonuca götürmek, oy kullanmamalarını, geçersiz oy kullanmalarını ya da sandığa taleplerinin yazılı olduğu pusulaların atmalarını azami ölçüde sağlamaya çalışmaktır.
Bir başka olgu, kitlelerin belleğini tazeleme ihtiyacıdır. Her seçim öncesi, salt oy avcılığı için, saldırılar ertelenir. Ama seçim biter bitmez, zamlar, işçi kıyımları, yeni baskı yasaları, yasaklar peş peşe sökün eder. Ve biz kitlelerden “Elim kırılsaydı da…” sızlanmaları dinleriz. (Bu o kadar öyledir ki, eğer bu dua kabul olsaydı, kimbilir kaç milyon insan şu anda elsiz geziyor olurdu!) Hem bunlar hatırlatılmalı, ama hem de seçim sonrası doğacak hayal kırıklığı, beklentisizliğin ve öfkenin büyümesi etkenlerine müdahaleye hazır olunmalıdır. Fakat her faaliyetimiz gibi bu da somut ve yine böyle olduğu takdirde yaşanacakların neredeyse soluklarının hissedilebileceği ölçüde canlı olmalıdır. Genel geçer teşhir kalıplarıyla kendi kendimizi sınırlamamalıyız. Başta kendi yazınımız olmak üzere, hızlı bir arşiv çalışmasıyla kolayca bulabileceğimiz materyallerden, onların vaat ve söylemleri ile yaptıkları arasındaki uçurumu yeniden, yeniden sergilemekten yorulmamalıyız. Ve tabii neden böyle olduğunu, kapitalist sistemin başka türlüsüne yol vermeyeceğini, tek gerçek çözüm yolunun proleter sınıf merkezli ve devrimci bir siyaset hattı olduğunu anlatmaktan yılmamalıyız.
Seçimlerin içerisinde geçtiği ve hatta daha da kaotikleşerek seçim sonrasında da sürecek olan siyasal ve toplumsal koşullara devrimci uyum ve refleksi geliştirerek sonrasına taşınacak bağlantı halkalarının yaratılması hem şarttır- hem de seçim çalışmalarımızın temel ölçütü olacaktır. Seçim kampanyası, bunun bir sonraki halkası dönemsel taktiğimiz olan “Kölece Çalışmaya, Kölece Yaşamaya Hayır“a bağlanarak ilerleyecek bir çalışma olarak düşünülmeli ve yürütülmelidir. Dolayısıyla, seçim propaganda ve çalışmamızın merkezinde, kampanyamızın hedefleri ve siyasal çağrılarımız yer alacaktır.
Alanlarda derinleşme
Buradan hareketle, çalışmalardan sonuç alabilmek için belli bir derinleşme ve yoğunlaşma gereklidir. Merkezi ajitasyon-propaganda materyallerinin yaygın dağıtım ve yayımı dışında, çalışmaya belli alanlarda oylum kazandırmalı ve adeta kanırtarak sonuç alınmalıdır. Bu alanlarda merkezi materyallerin yanı sıra, seçim politika ve sloganlarımız yerelleştirilerek, bol miktarda yerel doküman çıkarılmalıdır. İçerisinde çalışma yürütülen, havza, işyeri, bölgenin vb. en yakıcı sorunları, seçim politikamızla, kampanya talep ve hedeflerimizle örtüştürülerek yeniden formüle edilmelidir. Örneğin, çevre sorunu yaşanan bir alanda “Kansere oy yok“, “Sağlıklı ve insanca yaşam sosyalizmde“, iş cinayetlerinin, işçi kıyımlarının olduğu yerlerde, “İş cinayetine oy yok“, “İşsizliğe oy yok“, “İşsizlik sorununu sosyalizm çözer” vb. vb. gibi. Kadınların, gençlerin, çocuk işçilerin, kayıt dışı çalışan işçilerin vb. en yakıcı olanından başlayarak sorunlarıyla kapitalizm arasındaki doğrudan ilişkiyi kısa, net, vurucu ve yaşamlarının içinden örneklerle göstermekle yetinmeyip, karşısına devrimci çağrılarımızı koyarak çıkmalıyız. Kitlelerin yakıcılaşan sorunlarının daha da çıplaklaştığı bu koşullarda, kampanyamızla kitlelerin buluşturulması olanağı fırsata dönüştürülmelidir.
Geleceğin güveniyle yürümeliyiz
İşçi sınıfının merkezde durduğu kitle çalışmasını yürütürken, temel olan, onların özneleştirilmesidir. Her alanda, işçi ve emekçilerin sözü ve inisiyatifi yükseltilmeli, aktifleşmelerinin önü açılmalıdır. Bugünkü sıcak siyasal ortamda, kendi çıkarları ile sistemin çelişkilerini görmeleri için azami çaba sarfedilmelidir.
Yöntem ve araçlarda ise, alabildiğine çeşitlilik ve zenginlik yaratılmalıdır. Sanattan, sokak gösterilerine, serbest kürsülerden standlara, kimi düzen partilerinin mitinglerini kendi kürsülerimiz olarak kullanmaya varıncaya dek tüm deneyimlerimiz harekete geçirilmelidir. Ancak, asla bununla yetinilmemeli, yeni yöntem ve araçlar bulmak konusunda yaratıcı ve dinamik olunmalıdır.
Şimdi kokuşmuş ihtiyar düzenin karşısında, bir gelecek bayrağı gibi dalgalanmalıyız. Diri, dinamik ve her daim genç sesimizle alanları doldurmak için şimdi öne çıkma zamanındayız.
Fabrika işçisi kadınlar, evin kölesi kadınlar… Emekçi kadınlar öfkeli soluklarıyla sokaktalar. Evde, fabrikada, hayatın her alanında aşağılanmalara, tacize, ağır çalışma koşullarına ve cinsel ayırımcılığa maruz kalan kadınlar “Artık yeter” diyerek sokaklarda haykırıyorlar!
Tarih 8 Mart 1857'yi gösterirken, Amerika’da Chicagolu kadınlar sokaklara çıkıyorlardı. Tarih onların çifte ezilmişliklerini yazdı hep. İşte şimdi yaşamlarının bu döngüsüne bir çomak sokuyorlardı. Binlerce yıllık kahırla, kinle, umutla dolduruyorlardı alanları.
Ne istiyordu emekçi kadınlar? Günde 15 – 16 saate varan vahşi sömürü koşularına karşı 10 saatlik iş günü istiyorlardı. Erkekler gibi, eşit işe eşit ücret istiyorlardı. Aşağılanmak, hor görülmek, ayırımcılığa maruz kalmak istemiyorlardı. Tüm bu taleplerini “Ekmek ve Gül İstiyoruz” diye özetliyorlardı. “Ekmek” daha iyi bir ücret ve karın tokluğunu simgelerken “Gül” daha kaliteli yaşam koşullarını simgeliyordu.
“Ekmek ve Gül” isteyenlerin karşılarında patronun polisi vardı. Yürüyorlardı. Saflarından kızkardeşleri ölerek, yaralanarak düşüyordu bir bir. Yürüyüş ve grevleri kanla bastırıldı.
Ama Chicago’nun sokakları ve kadınları, O günü asla unutmayacaktı.
Hatırasını kızıl bir gül gibi taşıyacaklardı göğüs kafeslerinin içinde. Bir kez silkinip kalmışlardı işte. Onları boyunduruk altına almak artık kolay olmayacaktı.
Bin yıl da geçse daha demincek
Aradan 50 yıl geçti. 8 Mart 1908’de Chicagolu kadınlar bir kez daha doldurdu alanları. Bu defa 50 yıl önceki taleplerine yenilerini eklemişlerdi: 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve çocuk emeği ile ilgili yasa istiyorlardı. Direniş yine patronların kendilerine has yöntemleriyle, kanla bastırıldı. 140 kadın öldürüldü birçoğu da tutuklandı.
Ancak ateş yakılmıştı bir kere. Bu mücadele kıvılcımı bütün dünyayı saracak, emekçi kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir pusula olacaktı. Mücadeleyle geçen bu süreçten sonra kadınlar birçok hak elde etmeyi başarmışlardı.
Chicagolu kadınlar hala önümüzde yürüyor
Alman komünist Clara ZETKİN 1910 yılında Kopenhag’daki Kadın Konferansı’nda, öldürülen kadınların anısına, 8 Mart’ın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal‘e önerdi. Enternasyonal’de bu öneri kabul edildi. (Enternasyonal, işçilerin uluslararası mücadele birliğidir.)
1975 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan ederken kimilerinin düşündüğünün aksine, 8 Mart’ın özünü, gerçek içeriğini boşaltmanın ilk adımını da atıyordu. Ve o tarihten bugüne dek dünyada iki farklı 8 Mart kutlanması gelenek haline geldi.
8 Mart, dünya tarihine patronların ezdiği işçi kadınların, burjuvalara karşı verdiği zorlu ve kanlı mücadelesiyle yazıldı.
Öyleyse 8 Mart’la burjuvazinin işi ne?
Çünkü binlerce yıl da geçse onun hatırlanmasını, sokaklarda kutlanmasını engelleyemiyor. Engelleyemiyorsan evcilleştir. Kendi kabul edeceğin sınırlara çek. İşçi ve emekçilerin kafasını bulandır. Yaptıkları budur. 8 Mart’ı bir mücadele günü olmaktan çıkarmak, kadın işçi ve emekçilerin belleğinden silmek. Sulu bir kadına hediye almak günü olarak yaygınlaştırıp yozlaştırmak.
Oysa, 8 Mart emekçi kadınların özgürlük ve emek mücadelesinde önemli bir mihenk taşıdır. İşçi kız kardeşlerimizin gözüpek mücadelesiyle yazılan bu tarih, biz işçi ve emekçi kadınların bugünkü mücadelesine taşınarak yaşatılabilir.
Yürüyeceğimiz yol, yüzlerce yıl önce Chicagolu kadınlar tarafından çizilmiştir. Öyleyse; YÜRÜYELİM!
“Önderlerini vur”
Yazılarındaki teorik hatalara rağmen Rosa Luxemburg, Alman ve uluslararası işçi sınıfının önde gelen önderlerinden birisiydi. Burjuvazi, proleter yığınlar içinde kök salmış Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi işçi sınıfı önderlerinin ne denli tehlikeli olabileceklerini çok iyi biliyordu ve bu nedenle her türden aracı kullanarak onlarla mücadele ediyordu.
Kapitalist düzeni sarsan Kasım devriminden ve arkasından gelen Ocak ayaklanmasından sonra açık katliamlar gerçekleştirmekten de çekinmemeye başladılar. “Önderlerini vur” yazılı afişler her tarafa yayıldı ve proletaryanın önderlerinin avına çıkıldı.
SPD’nin doğrudan katılımıyla, Soğuk bir kış günü, 15 Ocak 1919′da Rosa, Liebknecht ve Wilhelm Pieck gözaltına alındı. Pieck kaçmayı başarırken, Luxemburg ile Liebknecht cellatların elinde kaldı.
Luxemburg’un başı dipçikle ezildi, ölene kadar dövüldü. Liebknecht de başına sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Son nefeslerine kadar cesur ve kararlı olan iki devrimcinin bedenleri, Landwehr Kanalı’na atıldı. Aylarca bulunamadılar.
“15 Ocak’ta görüşmek üzere…“
Ama burjuvazinin onları kaybetme planı tutmadı. Onların anısı bugün de canlıdır. Onların ve Alman komünist-devrimcilerinin anısına Berlin’de yapılan Anıt mezar, her sene 15 Ocak’ta enternasyonalizmin en sıcak yaşandığı anlara sahne olur. Hangi ulustan olduğu bilinmeyen, değişik yaşlarda binlerce insan, “iğne atsan yere düşmez” kalabalıkta iç içedir. Sınıfsız-sömürüsüz dünya özleminin dolayımsız ifadesi olan Enternasyonal, birçok değişik dilden, hep birlikte söylenir.
“İdeallerini/ ideallerimizi yaşatmak için, seneye 15 Ocak’ta görüşmek üzere…” diyerek ayrılınır oradan…
Meksika işbirlikçi burjuvazisinin kamu işçi ve emekçilerine saldırısı yalnızca ekonomik de değil. Burjuvazi, bu saldırılarla asıl olarak, başta son dönemde militan direnişlerle öne çıkan eğitim emekçileri olmak üzere kamu emekçilerinin direncini kırmaya çalışıyor. Kamu emekçilerinden de cevabını anladığı dilden alıyor!
Meksika'da 1 Mayıs, 2, 3, 4 Mayıs'a ve sonrasına, giderek kitleselleşen ve ülke çapında yaygınlaşan grev, gösteri ve işgallerle taşınıyor. Meksika'da başını Ulusal Öğretmenler Sendikası'nın çektiği direnişin startı, 1 Mayıs gösterilerin hemen ardından 2 Mayıs'ta 100 bin öğretmenin yasa tasarısına karşı mahkemelere eylemli başvurularıyla verildi.
Aynı gün kuzeydeki Chihuahua'dan güneydeki Chipas'a kadar onbinlerce kamu emekçisi, işçi ve öğrenci, ülke çapında gösteriler başlattı. Sayısız kitle gösterisi yapıldı, bazı devlet binaları işgal edildi, otoyollara barikatlar kuruldu, ABD ve Guatemala sınırları göstericiler tarafından kapatıldı.
Chihuahua şehriyle birlikte, geçtiğimiz aylarda görkemli bir direnişin yapıldığı Oaxaca şehri de göstericiler tarafından yeniden işgal edildi. Tamualipas'ta meydanları ve hükümet-belediye binalarını benzer bir işgal girişimi ise şimdilik sonuçsuz kaldı.
Göstericiler sosyal güvenlik ve emeklilik yasasının yanısıra, Meksika'nın ABD ile yoğunlaşan "güvenlik işbirliği anlaşmaları"nı, enerji kaynaklarının özelleştirilemesini ve artan hayat pahalılığını protesto ediyorlar. ABD'nin onlarca Kübalının katili kontra
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder