29 Haziran 2007 Cuma

Devşirmeler ve Dönekler

Rahmi Yıldırım'dan dönekliğin ekonomi politiği sürüyor. Serinin 3. ve 4. yazısı:

dönmekRahmi Yıldırım - sansursuz.com

Dönekliğin ezilen sınıf saflarından ezen sınıf saflarına geçiş olduğundan, bu bağlamda soldan sağa geçişi ifade ettiğinden, devşirme geleneğinin tarihsel mirasçısı olduğundan, modern devşirmeler olarak itirafçı ve dönek devşiriminin askeri darbe dönemlerinde, ezilen sınıf mücadelesinin yenilgiye uğradığı dönemlerde zirveye çıktığından söz ediyorduk. İtirafçıların egemen sınıfın silahlı savaş örgütlerinde tetikçi olarak görevlendirildiklerini, döneklerin ise ideolojik/politik savaşın tetikçileri olarak devşirildiklerini söylemiştik.

Dönekler


Söylediğimiz gibi itirafçılık sosyal hayatta ve siyasette de geçerli bir olgudur. İtirafçılığın bu türüne dönmek denir. ‘Dönek’lerin kendilerine yakıştırdıkları niteleme ise değişmek.

Olumlu bir anlam taşıması nedeniyle dönekler, geçirdikleri mutasyonu değişmek ve gelişmek olarak yüceltirler. Oysa, şu ya da bu nedenle katıldıkları sol mücadelede iğreti olarak edindikleri kimliği ve kişiliği bırakıp asli kimliklerine ve kişiliklerine kesin dönüş yapmışlardır. Resmi görevlilerin illegalite itirafçılarına yakıştırdıkları “gerçekçi” adlandırması belki de dar anlamıyla, yani bireysel çıkarını gerçekleştirme anlamıyla, en çok sosyal-siyasal itirafçılara yakışır.

İdeolojiler arası geçişler ideolojilerin tarihi kadar eski olsa da döneklik, esas olarak, ezilen sınıf ve cemaat saflarından ezen sınıf saflarına geçmek, kimliğini, kişiliğini, beynini ve kalmışsa vicdanını egemen sınıfa ve onun ideolojisine kiralamak ya da tapusuyla birlikte satmaktır.

Ezilen sınıf ve katmanların mücadelesi "sol" mücadeledir, muhalif mücadeledir. “Sağ” düzeni değiştirme değil, koruma ve sağlamlaştırma amacındadır. Sağ, üretim araçlarının özel mülkiyetine, bireyciliğe, sermayenin üstünlüğüne, insan tabiatının ve düzenin değişmezliğine vurgu yaparken; sol, üretim araçlarının kamusal mülkiyetine, kolektivizme, emeğin üstünlüğüne, düzenin emekçiler yararına değiştirilmesine, insan doğasının iyiye doğru değişeceğine vurgu yapar. Bu yüzden ‘dönek’ dendiğinde ‘sol’dan ‘sağ’a geçenler akla gelir. ‘Sağ’dan ‘sol’a geçiş yadırganmadığı için döneklik olarak adlandırılmasına gerek duyulmamıştır.

Dönekler modern devşirmelerdir. İmparatorluk dönemi devşirmeleri gibi soyuna ve kökenine yabancılaşıp düşmanlaşırlar. Egemen sınıfın ezilen sınıfla silahlı savaşında tetikçi olarak devşirdiği itirafçılardan farklı olarak, dönekler ideolojik/politik savaş için devşirdiği entelektüel tetikçidirler.

Cumhuriyet döneminde soldan sağa dönek devşirimi 1920’lerde başlamasına karşın, itirafçı ve dönek devşirimi esas olarak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kurumsallaştı.

Çünkü, hep muhalefette kalsa ve ezilse de sol dünya görüşü Türkiye’nin tarihinde öncü rol oynadı. Sadece ideolojik düzlemde değil, bilimden sanata kadar entelektüel hayatın her alanında emek eksenli sol dünya görüşü, sermaye eksenli sağ dünya görüşünden daha etkili oldu. Kültürel üretim, neredeyse solun tekelinde gelişti. Türkiye’de solun entelektüel belirleyiciliği, “sınıfların kalmadığı” (!), “ideolojilerin öldüğü”(!), “tarihin sonunun geldiği”(!), sanatta ve bilimde yaratıcılık yerine taklidin önem kazandığı neo-liberalizm döneminde de tam olarak kırılamadı.

Bilinir ki, hangi devlet düzeninde olursa olsun, halkın rıza göstermediği kararları uygulamak bir süre için olanaklı olsa da uzun vadede halkın onay ve sempatisini kazanamayan bir yönetimin ayakta kalması mümkün olmaz. Sınıflı toplumlarda mülk ve servet sahibi sınıfın hegemonyasını halka kabul ettirmenin başlıca yöntemleri zor kullanmak, satın almak, ikna etmek ya da inandırmak olagelmiştir. Modern halkla ilişkilerin doğuşuna değin geçen tarih diliminde iktidarların sürdürülebilir kılınmasında her üç yöntem de ihtiyaç duyulduğu ölçüde uygulanmıştır.

Günümüzde de iktidarları sürdürülebilir kılmanın dördüncü bir yöntemi bulunamamıştır. Bir yenilik olarak, daha doğrusu bir farklılık olarak, geçmişte inandırma ve ikna etmenin daha çok dinsel pratik olarak gerçekleşmesine karşın, günümüzde ikna etme ve inandırmanın, yani “gönüllü kulluk” üretmenin daha çok halkla ilişkiler pratiği olarak gerçekleşmesinden söz edilebilir.

Türkiye’de halkla ilişkiler, modernleşmenin gecikmesine ve sömürgeleşme süreci olarak gelişmesine paralel olarak 1970’lerden itibaren gelişebildi. 2000’li yıllara değin Türkiye’nin kültürel tarihinde, iletişim ve halkla ilişkiler pratiğinde sağ, sol kadar etkili olamadı, üretken entelektüeller yetiştiremedi. İslamcısı, ülkücüsü, muhafazakârı ve liberali, ufuk açıcı eserler üretmek yerine yontulmamış bir anti-komünizm edebiyatı yapmak ve sola karşı devletin kaba güç kullanımını savunmak ve teşvik etmekle yetindi.

Ne ki, Türk sağının kaba anti-komünist yobazlıkla zihinleri formatlanmış, dünyayı ve insanı algılama yeteneğinden yoksun kadroları, 1980’den sonra emperyalist sermaye ile daha derinliğine entegrasyon sürecine giren Türk kapitalizminin yeni süreci sırtlayacak kadro gereksinmesini karşılamakta yetersiz kaldı. Sermayenin dünyayı algılama ve uyum yeteneğine sahip, verili düzen için meşruiyet üretecek işlek beyinli kadroya ihtiyacı vardı. Türk sağı sermayenin küresel entegrasyon sürecini hemen sırtlayacak kadro ihtiyacını karşılayacak yeterlilikte değildi. Çünkü, ‘sol’dan farklı olarak ‘sağ’, dünyayı, toplumu ve insanı algılamada ve kavramada, sorgulamaya ve ileriye doğru değişmeye açık bilimi değil, sorgulamaya kapalı inancı esas alıyordu. ‘Sağ’ sermaye sınıfının gereksindiği kadroyu temin etmekte yetersiz kalınca, ihtiyaç soldan kadro devşirilerek karşılandı. Sadece holding yönetim kurullarında, reklam ve medya sektöründe değil, hükümetlerde bile soldan devşirilen kadrolar görev almaya başladılar.

Kimileri, ruhunu, vicdanını, beynini, kimliğini ve kişiliğini tapusuyla birlikte sermaye sınıfına satarken, kimileri kiraya vermekle başladılar. Kiralıklar da tecrübe süresinin sonunda kadroya dâhil edildiler. İster tapusuyla birlikte transfer olsun, ister kiralık gelsin, tek koşul, devşirmenin devrim ve sosyalizm fikrinden vazgeçmesi, dünyayı değiştirmek yerine kendisini değiştirmesiydi. Onlar da öyle yaptılar. Artık ne sınıf kalmıştı ne de düzeni ezilen sınıflar lehine değiştirme fikri! Aslolan, düzeni değiştirme fikrinin itibarsızlaştırılması, sermaye düzeninin kutsanması ve ezilen sınıfların modern “gönüllü kulluk” bilincine alıştırılmasıydı.

Rol modeli döneklerden kimi, “Onlar Uyanırken” adıyla “Türk Sosyalistinin El Kitabı”nı yazdıktan sonra 12 Mart darbesi döneminde hapse atılınca uyandırmayı bırakıp kendisi “uyandı”.

Kimi, yine 12 Mart döneminde Filistin’e yolcu olduktan sonra yoldan çıkıp tapınmadığı, entelektüel silahşoru olmadığı güç bırakmadı; nihayet 1980’lerde ABD emperyalizmini kıble bildi.

Kimi de ciddiye alınacak isyankâr bir geçmişi olmadığı halde, dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine kendisine sahte bir sol özgeçmiş uydurup, 1980’lerde “Elveda Başkaldırı”yı kaleme aldı. “Psuedo isyankâr” sermaye medyasının amiral gemisinde kaptan köşküne kurulduktan sonra dönek takımının kaptanlığını da üstlendi, her fırsatta dönekliği meşrulaştırmaya koyuldu.

Peki, niçin döndüler? Dönmek bu kadar kolay mıydı? Nasıl oldu da sermaye sınıfı soldan sağa devşireceği bolca dönek bulabildi?



Dönekliğin ezilen sınıf saflarından ezen sınıf safına geçiş olduğundan, Osmanlı’nın devşirme pratiğinin modern mirasçısı olarak itirafçılık ve dönekliğin sol hareketin ezildiği 1980 askeri darbesinden sonra kurumsallaştığından, sermaye sınıfının neo-liberalizm sürecini sırtlayacak kadro gereksinmesini ‘sol’dan transfer yoluyla karşıladığından söz ediyorduk.

Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) eski şeflerinden Willy Brandt’a atfedilen, “19’unda komünist olmayanın kalbinden, 29’unda kapitalist olmayanın aklından kuşku duymalı” özdeyişinin dönekliği açıkladığı öne sürülse de döneklik, gençken komünist olanın aklı başına geldikten sonra burjuvalaşmasından öte bir olgudur.

Döneklik esas olarak, ‘sol’dan ‘sağ’a geçmek ve sınıf savaşında, itirafçının burjuvazinin silahlı savaş örgütlerine transfer olup tetikçilik yapması gibi, burjuvazinin ideolojik/politik savaş örgütlerinde entelektüel tetikçilik yapmaktır. Dönekten beklenen, düzeni emekçi sınıflar lehine kökten değiştirme fikrini itibarsızlaştırmak, dönekliği ve sermaye düzenini kutsamaktır.

Bu bağlamda döneklik ahlaki sapmadır, politik ve ideolojik sapmadır.

Ahlaki sapma olarak döneklik


Dönek ahlakı, döneklerin anlatımlarında ikiyüzlülük, sadakatsizlik, aldatmak ve ihanet olarak itiraf edilmektedir.

Peki, niçin ikiyüzlüdürler, niçin sadakatsizdirler, niçin aldatıp ihanet etmektedirler?

İsyan diyalektiği bağlamıyla sınırlı naçizane bir yanıt vermeye çalışalım.

Uygarlık dönemi tarihi, sosyal sınıflar arası savaş tarihidir. Modern sınıflar arası savaş, ideolojik, politik, ekonomik, demokratik cephelerde verilir. İdeolojik politik mücadelenin örgütü parti, ekonomik demokratik mücadelenin örgütü sendika ve derneklerdir. İnsanlar, ezen / ezilen, sömüren / sömürülen çelişkisinin dayattığı hayatın zorlamasıyla sınıf savaşının bir cephesinde bulurlar kendilerini ya da çoğunlukla pasif seyirci olurlar. Edilgen seyircilik de aslında egemen sınıf yararına bir konumdur. Zaten edilgen çoğunluk yüzünden “Böyle gelmiş böyle gider!

Böyle gelmiş olsa da hep böyle gider mi? Hep böyle gitmeyeceği bir umuttur. Teğmen Ömer Yazgan’ın idam sehpasına çıkmadan 10 dakika önce kelepçeli elleriyle yazdığı gibi, “Halkımızın yazgısı bu değil. Çok evladını kaybetti. Ama bir gün kazanmayı da öğrenecek.”

İnsanlar doğrudan sınıf çıkarını ifade eden bir tutumla mücadeleye katıldıkları gibi, sınıf çıkarının dolaylı tezahürü olarak ulusçu, cinsiyetçi, dinsel vs. nedenlerle, hatta bireysel nedenlerle mücadelede taraf olabilirler. Sınıf savaşında sınıf bilincinin çarpıtılmaya en elverişli muharebeleri, ulusçu, cinsiyetçi, dinsel zeminlerde verilir ve çoğunlukla egemen sınıfın lehine gelişir. Çünkü, sınıf ayrımının yok edilmesini hedeflemeyen muharebelerdir.

Ezilen sınıfın saflarında mülksüz emekçilerin yanı sıra, yüzü hem emekçi sınıflara hem egemen sınıfa dönük küçük burjuva sınıfından hatta egemen sınıftan gelen katılımcılar da görülür. Devrim ve sosyalizm dalgasının güçlü olduğu dönemlerde, burjuva ve küçük burjuva aydınlarındaki maceracı ruhun tatminine elverişli bir zemin oluşur, orta ve yüksek gelir gruplarından da bu dalgaya kapılanlar olur. Dalga kırıldığında ya da geri çekildiğinde ise genellikle saf değiştirirler.

Türkiye’de 1980 öncesinde ezilen sınıf adına isyankârlık ve devrimcilik kimilerince geçer akçeydi; kültürel hayatta şöhretin yolu, ezilen sınıflar safında görünmekten, ‘sol’da şöhret olmaktan geçiyordu. Sol mücadelenin saflarına, emekçilerin ve (ahlaki anlamıyla) idealizm yüklü gençlerin yanı sıra, şöhret ve serüven heveslileri de doldu. Dönekler çoğunlukla, şöhret olmak, aidiyet ve kimlik gereksinmesini karşılamak, egodaki kimi heves ve eğilimleri tatmin etmek için mücadele kervanına katılan, burjuva ya da küçük burjuva karakterli geçici yol arkadaşları arasından çıktılar. Bu yüzden döneklik çoğunlukla devrim dalgasının güçlü olduğu dönemde baskı altına alınmış asli kimlik ve kişiliğe kesin dönüştür.

Ne ki, dönecek kişi hemen dönmez. Dönekliğin de bir kuluçka dönemi vardır. Döneceğinin işaretlerini en çok kuluçka döneminde verir. Kuluçka dönemi genellikle yenilgi dönemlerine rastlar. Yanı sıra, egemen sınıfın her dönemde geçerli açık zorbalık ve satın alma taktikleri de dönek adayını kuluçkaya yatırır. Dönek adayı isyankâr kimliği zaten iğreti olarak edindiğinden, kulağa hoş gelen mücadele sloganlarını papağan gibi ezberlemekle yetinir. Rahatını bozup fedakârlık etmekte zorlanır, gel keyfim gel bir mücadele tarzı tutturur. Bu dönemde, ortak mücadelenin vicdanında biriktirdiği değerleri artık yük olarak görmeye başlar, hem kendisine hem yol arkadaşlarına karşı ikiyüzlü davranır, aldatmaya ve ihanete hazırlanır.

“Psuedo isyankâr, psuedo dönek”


Hürriyet Gazetesi Genel yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ciddiye alınacak isyankâr bir geçmişi olmasa da, kurguladığı sol özgeçmişe ilişkin anlatımları, dönekliğe götüren ikiyüzlülüğün, sadakatsizliğin, aldatmanın güncesi gibidir.

Gerçekten de Ertuğrul Özkök’ün ciddiye alınacak sol bir geçmişi yoktur. İsyan adına edebildiği tek “itiraf”, “1966 yılında Ankara Güniz Sokak'taki küçük öğrenci odamın duvarında yan yana duran posterlerden ikisi Karl Marx ve Rolling Stones'un solisti Mick Jagger'dı” cümlesinden ibarettir. (Hürriyet, 24 Kasım 2001).

Karl Marks posterini gerçekten asmış mıdır, o da kesin değildir. Asmışsa bile yanına kimin posterini astığı da kuşkuludur. Demektedir ki, “Aynı yıllarda benim odamın duvarında Jimi Hendrix'in ve bir başka Fransız kadın şarkıcı Françoise Hardy'nin fotoğrafı vardı. Yan tarafta ise Karl Marx'ın posteri asılıydı.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 4 Ocak 2004).

Odasındaki poster savaşında kimin galip çıktığı gerçekten muammadır. Che Guevara’nın katledilmesine sözümona ağıt yakarken demektedir ki, “Che Guevara'nın öldürüldüğü gün. Delikanlılığımın küçük odasının duvarlarındaki poster savaşında James Dean'i hezimete uğratan o sakallı adamın öldürüldüğü gün.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Ekim 1997).

İsyankârlığına gösterebildiği tek tanık Murat Karayalçın’dır. “Karayalçın’la aynı yıllarda Siyasal Bilgiler’in çatısı altında olmuştuk. İkimiz de solun şu ya da bu kanadında yer almış, çoğu kez ‘devletin bakışı’ ile ters düşmüştük.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 12 Mart 2003)

Oysa solun şu ya da bu kanadında yer almış, ‘devletin bakışı’ ile ters düşmüş değillerdi. Dahası, isyan döneminde Murat Karayalçın üniversitede sağcı bir derneğin yöneticisiydi, eşi Neşe Hanım’la tanıştıktan sonra eşinin zorlamasıyla sosyal demokratlığı benimsedi ve Özkök ile birlikte “solun şu ya da bu kanadında” yer aldıklarına tanıklık ettiği duyulmadı. Yani Murat Karayalçın, psuedo bozacının şıracısı mıdır, belli değildir.

Rol modeli “isyankâr”, 1970’li yıllarda Paris’te devlet burslusu yüksek lisans öğrencisidir. Paris’teki isyan dalgası zaten geride kalmıştır ve Özkök’ün o tarihlerde isyankâr olduğuna ilişkin açık bir itirafı yoktur. Rivayet odur ki, o tarihlerde merkezi Paris’te bulunan Türkiyeli ve Kıbrıslı Öğrenciler Derneği’nin üyesidir, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesini kınayan bildirisini imzalamıştır. Ne ki, Özkök, itiraflarında bu eyleminden hiç söz etmemiştir.

Paris’ten Türkiye’ye döndükten sonra Hacettepe Üniversitesi’ndedir. Hâlâ ‘sol’cudur ve eylemlere bile katılmaktadır! “Bedrettin Cömert öldürüldüğü sabah aynı öfkeyi ben de duymuştum. Ben de aynı öfkeyle sokağa dökülmüş, öğretim üyelerinin hakkı olmadığı halde eylem yapmıştım.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 14 Aralık 2000)

Ne ki, dönemin başka tanıkları da vardır. “Ben Ertuğrul Özkök'ü sizden önce tanırım... 1978-79'lara gider tarih... Hacettepe Üniversitesi'nin Beytepe Kampüsü koridorlarından... Son sınıf öğrencileri bizler, hocamız Emre Kongar'ın asistanı ‘Ertuş’la o zaman tanışmıştık. Bakmayın siz onun şimdi ‘eski solcu muhabbetleri’ yaptığına... O günlerin sapa köşesine kadar solcu Beytepe'sine dizleri titreyerek gelir; gerçek solcu hocalar ve öğrenci elebaşlarına bir ‘lale’ yüz ifadesiyle sevimli görünmeye çalışırdı... Onlardan korkmasının nedeninin savunduğu fikirler falan olduğunu sanmayın sakın; o zamanlar üniversite koridorlarında onun gibi omurgasız, renksiz fırıldaklardan hoşlanılmazdı; böyleleri taciz edilirdi...” (Yetkin İşçen, Dördüncü Kuvvet Medya, 1 Şubat 2002)

12 Eylül 1980 darbesi döneminde Bülent Ecevit’in çıkardığı Arayış adlı dergide yazmaktadır. Bazen imzalı bazen imzasız. Mücadele koşulları sertleşmiştir, fedakârlık etmesi gerekmektedir; ama, ahlakı “aldatmak ve sadakatsizlik” üzerine kurulu dönek adayının zayıf kişiliği, iğreti olarak edindiği asi kimliği taşıyamaz hale gelir; korkunun tutsağı olur. Birkaç ay hapis yatma olasılığı bile yüreğini daraltmaya yeter. İmzasız bir yazısı hakkında soruşturma açılır. Mahkemede yazının gerçek sahibi olduğunu açıklayacak cesareti yoktur. Yazı işleri müdürü Nahit Duru, meslek namusu uğruna olsa gerek, sorumluluğu üstlenip cezaevine girer, 2 ay 15 gün hapis yatar. “Psuedo isyankâr” yazının gerçek sahibi olduğunu 20 yıl sonra açıklama cesaretini ancak bulur; korkaklığını da “ortak idealin dayanışma duygusu” ile açıklama yüzsüzlüğünü gösterir:
Yazdığım bir yazıdan dolayı başka birinin 2 ay 15 gün hapis yatması bende nasıl bir etki yarattı? Bir suçluluk hissettim mi? Çok tuhaf, o kadar fazla hissetmedim. Çünkü o günler, ortak bir idealin ve dayanışma duygusunun yarattığı iklimde yaşıyorduk. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 27 Temmuz 2004)
Dönek ikiyüzlüdür, sadakatsizdir, korkaktır, her an kaçacakmış gibi mücadelenin kıyısında gezinir. Bırakıp gideceğinin işaretlerini en çok kuluçka döneminde verir. Döneklerin kuluçka dönemi ya zalim sınav anında sona erer ya da buna gerek kalmadan bütün toplumun sınava girdiği cinnet döneminde dönek adayı yumurtadan çıkar. “Psuedo isyankâr” ise bu kuralın dışındadır. Dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine ‘Elveda Başkaldırı’yı yazarak, dönekliği sahiplenip kendisine sermaye yapar, “psuedo dönek” olur ve askeri darbeye methiye düzer:

Benim de aralarında bulunduğum çok sayıda insanın hayatı bu müdahale sayesinde kurtulmuştur.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 23 Ağustos 2003)

Özcesi, Ertuğrul Özkök, isyankâr bir geçmişi olmasa da, dönekliğin geçer akçe haline gelmesi üzerine “durumdan vazife çıkarmış”, kendisine sahte bir sol özgeçmiş uydurup, sahte özgeçmiş itiraflarıyla dönekliğin rol modeli olmuştur. Her şeye karşın, kurguladığı rol modeli, dönekliğin psiko - sosyal - politik anatomisini açıklamaya yeterli ipuçlarını vermektedir.

Özcesi, kuluçkadan çıkan dönek, kendisini kurtarma, egosunu tatmin etme içgüdüsüyle ideolojik ve vicdani yüklerini boşaltır. Yükünden kurtulup hafifleyen, devşirilmeye hazır hale gelen dönek “iç oğlanı” kaydedilir, önüne dünya nimetleri serilir:
Aydın Bey bana iyi para veriyor. Aydın Bey hayal edemeyeceğim bir hayat seviyesini bana sağladı. Biraz da primler var tabi. Beykoz konaklarında evim var. Rahat yaşıyorum. (Habertürk, 23 Eylül 2002)
Kendisine bahşedilen dünya nimetlerinin elbette bir bedeli vardır. Artık kendisinden beklenen, zaten hiçbir zaman içten gelerek benimsemediği düzeni kökten değiştirme fikrini itibarsızlaştırmak, dönekliği ve sermaye düzenini kutsamaktır.

Dönek Ahlakı: İkiyüzlülük, Aldatmak, Sadakatsizlik


Dönek ahlakının, ikiyüzlülük, sadakatsizlik, aldatmak ve ihanet olduğunu söylemiştik.

1980’lerde “Elveda Başkaldırı”yı kaleme alan “psuedo isyankâr”, dönek adayının şizofrenisini şöyle itiraf ediyor:
Öğrencilik yıllarımda, yaşdaşlarım kapılarını hayatın suratına çarpıp devrimcilik yaparken, ben Dr. Jeckyll ve Mr. Hyde gibi ikili bir hayat yaşıyordum. Gündüz devrimci, gece evrimci bir hayat. Gündüz siyasi tartışmalar, gece Ankara'nın diskotekleri. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 31 Aralık 2003)
Gündüz devrimci, gece evrimci hayat”, dönek ahlakının samimi itirafıdır. Ancak, samimi itirafını bilimsel kılıfla sarmalamayı da ihmal etmez. Nitekim, “psuedo dönek” “İhanete ve dönekliğe methiye” başlığı altında, şunları yazmaktadır:
Bakın bilim ne diyor. ‘Aldatmak yeni hayattır.’ ‘Döneklik hayatta kalabilmektir.’ Evet 650 bin saatlik ömürden çıkarılabilecek en büyük ders budur: ‘Ne yazık ki atomlar dönektir ve sadakatsizdir.’ Yani hayat dediğimiz şey, sadakatsiz bir atomun mahsulüdür. Yeryüzündeki varlıklar soylarını ancak 4 milyon yıl sürdürebiliyormuş. Yaşamak, yok olmamak mı istiyorsunuz: ‘Öyleyse, sizi oluşturan atomlar kadar dönek olmalısınız. Kendinize dair her şeyi, biçiminizi, büyüklüğünüzü, renginizi, türünüzü, aklınıza gelebilecek her şeyi değiştirmeye ve bunu tekrar tekrar yapmaya hazır olmalısınız. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 17 Nisan 2005)
Dönekten beklenen, ezilen sınıf hareketi güçlü olsun olmasın, her fırsatta, dönekliği meşrulaştırmaktır. Ertuğrul Özkök de, öyle yapar; döneğin ahlaki ve ideolojik / politik sapmasını meşrulaştırmaktan geri durmaz. Dönekliğin meşruiyetine bu kez balıkları tanık gösterir.

Dönen balık” başlığı altında yazdığına göre, 1930 yılında ‘Vikingen’ adlı bir balina gemisi, Güney Atlantik’te küçük bir adaya gelir. Gemideki araştırmacılar görür ki, burada kanı olmayan bir balık, “buz balığı” yaşamaktadır. Normalde kandaki kırmızı hücre oranı yüzde 45’tir; ama, buz balığı, 55 milyon yıl önce iklimdeki ani sıcaklık düşüşü üzerine, hayatta kalabilmek için kanındaki kırmızı hücre oranını yüzde 1’e düşürmüştür. Buz balığının öyküsünden Özkök’ün çıkardığı ders:
Hayatta kalabilmek için ‘kanını’ bile değiştirmek zorunda kalan bu canlı, gerçek bir tabiat kahramanıdır. Ve hepimize verdiği hayat bilgisi dersi de şudur: ’Dönüşebilmek, dönebilmek, hayatta kalmanın, ilerlemenin temel kanunudur... (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 18 Şubat 2007)
Ertuğrul Özkök dönmenin, dönüşmenin hayatta kalmanın temel yasası olduğunu savlasa da, bereket, hayat Özkök’ü doğrulamıyor; insan hayatı hayvanların vahşi hayat kurallarına göre yaşanmıyor. Yoksa, evren hep Dünya’nın etrafında dönerdi; Özkök, Ortaçağ’da yaşasa, Engizisyon’a yaranmak için evrenin merkezinin Dünya olduğunu savunmak zorunda kalırdı. Dahası, işçi sınıfı da buz balığı gibi dönüşse, ortada sömürülecek sınıf kalmazdı!..

Hiç yorum yok: