Halka sandıktan yine çamur çıkacak!
Bugüne kadar hangi hükümet gelirse gelsin halkın çıkarı doğrultusunda hiçbir şeyin değişmediği, artık halk tarafından da bilinen bir gerçek. Bunu halkın kendisinin de dillendirmesine rağmen, bir alternatif geliştirememesinin çeşitli nedenleri var. Bu nedenlerin başında ise hiç kuşku yok ki, halk yığınlarına devrimci bir alternatif sunacak, kavratacak olan bizlerin, kitlelerle geniş bağlar kurmadaki eksiklerimiz ve yetersizliklerimiz gelmekte. Alternatifsizlik içinde olan halk yığınları, seçim dönemlerinde ya bireysel çıkarları gereği ya da şu veya bu biçimde etkilendiği kişilere, duyulmak istenenleri söyleyenlere, “çaresizliğin çaresi” olarak oy vermektedir.
Özellikle de seçim dönemlerinde ortaya çıkan çok sayıda adayın ortak iddiasını ise, “kendisi için değil, ülke menfaatine çalışacağı” söylemi, daha doğrusu yalanı oluşturuyor. Seçim dönemlerinde yapılan bir sürü yolsuzluk, adeta bir sektör olmuş durumda. Kurulan şirketler, ortada dolaşan rüşvetlerin, arsa, ihale gibi resmi-gayri resmi “seçim yatırımlarının” haddi hesabı yok. Her dönem olduğu gibi bu dönemde de bir sürü yolsuzluk “yol” oluyor gene. Bunları örneklendirmek gerekirse; AKP seçilmeden önce İzmir Seferihisar İlçesi’ne bağlı Doğanbey Belediyesi sınırları içerisinde, 1600 dönümlük arazi satın alan Kombassan Holding, arazide termal tesis yapmak istedi. Bu arazinin bir kısmı orman arazisi, bir kısmı da sit alanı olduğu için inşaat ve elektrik için izin verilmedi. Yapılan tüm senaryolara rağmen alınamayan izinler, AKP hükümet olduktan sonra, orman arazisi de dâhil (o dönem ağaçlandırma çalışması vardı bölgede), Kombassan Holding’in elinde kaldı. Neredeyse her hükümet kendinden önceki hükümetleri, yok şu yolsuzluğu yaptı, yok o ihaleye fesat vb. ithamlarla, çıkarları ters düştüğü oranda, sözde mahkum ederek, kendi pisliklerini-yolsuzluklarını kapatmaya çalışıyor.
Halk seçimlerin neresinde?
Tüm sistem partileri seçimden seçime, adeta bir aşağılama çalışması gibi, halkın karşısına çıkıp, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”, “bu vatanı bu vatanın evladıyla kalkındıracağız” vb. bir yığın ayakları yere basmayan vaatte bulunuyorlar. Seçim dönemi hepsi birer “halk çocuğu” olan parti liderleri seçimden sonra, halkına, “ananı da al git!” veya “babalar gibi satarım” şeklinde “minnetlerini” belirtiyorlar.
Seçim dönemlerinde neredeyse seçim propagandasının bir gereği haline gelen, neredeyse bir yasalaşmadığı kalmış, birçok aşağılayıcı, sahtekâr yöntem mevcut. Halka, kömür, kuru gıda, giyecek, para-altın vb. “yardımı”, kaçak yapıya teşvik ve daha bir sürü “seçim yatırımı” yapılıyor. Bunların belki de Aziz Nesin öyküsü denebilecek nitelikte olanlarından birisi de yakın tarihte yaşandı. Gazetemizde yer vermiştik hatırlarsınız; Tuzla-Aydınlı’da bulunan Konaşlı Mahallesi’nde 2 ev yıkılmış ve 30 evin daha yıkılacağı söylenmişti ve Belediye o günlerde çeşitli gerekçeler öne sürerek halkla görüşmüyordu. Yakın tarihte bir kısım AKP’li “hayırsever” Belediye’nin “haberi olmadan”, evleri yıkılan insanların evlerini yeniden inşa ettiler, kısmen yıkılanları da onardılar! Bir de güya çok mütevazı bir şekilde evlerini yaptıkları insanlara, “kimseye söylemeyin” diye tembihlediler. Evi yıkılan insanlar buruk bir mutluluk yaşasalar da, gerçeklerin farkındalar, “gene yıkacaklar evimizi, seçim için yaptılar” diyorlar. Seçim dönemlerinde yaşanan, halk yığınlarını kandırmaya, aklını çelmeye dönük bu durum ülkenin, hatta dünyanın her yerinde benzer sahtekarlıklarla gerçekleşiyor. Tabi uygulandığı yere göre uygulanış şeklinde de değişiklikler oluyor.
Kürtlere hizmet yok
T. Kürdistanı’nda durum daha faşizan bir şekilde kendisini gösteriyor. Kimliklerinden dolayı halka hizmet götürmeyen belediye başkanları bunu bir görev sayarak övünerek söylemekten çekinmiyor. “Ben Kürtlerin olduğu mahalleye hizmet vermem!” diyen MHP’li Iğdır Belediye Başkanı Nurettin Aras ve onun gibileri seçim döneminde halka hizmet vaat etmekten geri durmuyorlar. Nurettin Aras’ın halk arasında ayrımcılık yaptığının somut kanıtı olan bir gelişme, geçtiğimiz günlerde basında yer aldı. tabii basında derken, Doğan Holding’e bağlı uşak basından söz etmiyoruz. DİHA tarafından verilen haberde şöyle denmekte:
“MHP’li Belediye Başkanı Nurettin Aras’ın Iğdır’da, öncelikle Azerilerin yaşadığı mahallelere hizmet götürdüğü, Kürt mahallelerini ise ihmal ederek ayrımcılık yaptığı iddia edildi.
Nüfusu Azeriler ve Kürtlerden oluşan Iğdır’da, Kürtlerin yaşadıkları mahalleler çamurdan geçilmezken, Azerilerin oturduğu mahallelerde yolların asfalt olması dikkat çekiyor. DTP’li Belediye Meclis Üyesi Mehmet Avcı, MHP’li Belediye Başkanı Nurettin Aras’ın daha önce Kürt mahallelerine yatırım yapmayacağını açıkça söylediğini iddia etti.
5 Kürt mahallesinin bulunduğu Iğdır’da Kürtlerin yaşadığı mahallelerdeki çöpler bile toplanmıyor. Azerilerin yaşadığı mahallelerin imar planı tamamlanarak altyapı sorunu çözülürken, sokakların asfaltlanması ve çöplerin düzenli şekilde toplanması dikkat çekiyor. Belediye son olarak Azeri mahallelerine parke taşı döşemeye başladı. Mehmet Avcı, Belediye Meclis toplantılarında bu konuyla ilgili yaptıkları itirazlara, Belediye Başkanı Aras ve yakınlarının, ‘Bize oy vermeyenlere asla hizmet götürmeyeceğiz’ diye cevap verdiğini iddia etti. Konuyu birçok kez meclis toplantılarında gündeme getirdiklerini dile getiren Avcı, ‘DTP’li encümenler olarak 7 kişiyiz, onlar ise 18. Bu yüzden istedikleri kararı çıkarıyorlar. Ama çok açık biçimde ayrım yapılıyor’ diye konuştu.
DTP Iğdır İl Başkanı Murat Yikit de, Iğdır’da Kürtlere yönelik çok ciddi bir ayrımcılık uygulandığını ifade etti. Eşit sunulmayan hizmetlerin Kürtleri mağdur ettiğini söyleyen Yikit, şunları dile getirdi: ‘Azeri mahallelerinin tümünün imar planı tamamlandı. Bu mahallelerin altyapı sorunları çözüldü. Yol ve park alanları hizmete girmiş. Ama Kürtlerin yaşadığı mahallelerin durumu içler acısı. İnsanlar çamurdan yürüyemiyor. Kanalizasyon suları açık alandaki kanallara aktarılıyor. Belediyenin bu tutumdan vazgeçmesi gerekiyor’ diye konuştu. 7 Kasım Mahallesi’nde oturan Makbule Sayar, belediyenin çöpleri bile toplamadığını ifade ederek, ‘Çevrede oluşan kirlilik koku yayıyor. Bu böyle gitmez. Bize çok büyük ayrımcılık uygulanıyor. Belediye Başkanı 8 yıldır bize bu eziyeti yapıyor’ diye konuştu. Belediye yetkilileri ise, tüm mahallelere eşit hizmet verdiklerini ve ayrım yapmalarının söz konusu olmadığını belirtti.”
T. Kürdistanı’nda yaşanan bu durum, neredeyse tüm bölgede benzerlikler taşımakta. Örneğin Şırnak’ta kış aylarında “kömür yok” denilerek dağıtılmayan kömürler, seçim kesinleşince tonlarca, hem de sıcak havaya rağmen dağıtıldı. Çoğu zaman oy verenlere dahi hizmet götürmeyen MHP vb. faşist partilerin belediye başkanları, DTP’li belediye başkanlarının halka hizmet götürme çabalarını da, orduyla el ele (askerin, belediye çöpleri toplamıyor diye yaptığı eylem gibi) engellemeye çalışıyorlar.
Emekçi semtler mağduriyet bölgeleri
Sistem partilerinin iktidara gelmeden önce türlü vaatlerde bulunmaları, işbaşına geldikten sonra tüm bu vaatleri yok saymaları ya da kendisine oy veren bölgelere her türden hizmeti götürüp, oy çıkmayan mahallelere hizmet vermeme pratikleri elbette sadece T. Kürdistanı için geçerli bir durum değil. Özellikle de on yıllardır büyük göç alan İstanbul’un “varoşları” bu uygulamayla yıllardan beri yüz yüze. İstanbul’un “nezih” semtleri sayılan, Avrupa yakasında Nişantaşı, Şişli, Bakırköy vb. Anadolu Yakasında ise Bostancı, Caddebostan, Suadiye gibi semtlerle, kentin dışına doğru dağılan emekçi semtlere götürülen (daha doğrusu götürülmeyen) hizmet arasındaki farkı kör gözler bile görebiliyor.
Özetle söylemek gerekirse, genel olduğu kadar, sistem partilerinin temsilcilerinden oluşan yerel yönetimlerden de bir fayda yok halka. Bu gerçekliği, seçimlerin yaklaştığı şu günlerde, yapılacak olan yerel değil, genel seçimler olsa da, halk yığınlarına anlatma ve bu yönlü en geniş propaganda yapma zamanıdır. Bunun bir sistem sorunu olduğunu, kişiler değişse de, sistem değişmediği sürece, var olan tüm bu sorunlarda da bir değişiklik yaşanmasının, sorunların tümden ortadan kalkmasının mümkün olmayacağını anlatmak-kavratmak bu süreçteki görevlerimizdendir. Bizler biliyoruz ki, bu ülkede “Karaoğlan” lakaplı Ecevit iş başına geldiğinde, ‘70’li yıllarda Maraş, Çorum katliamları, 2000’de iktidardayken de hapishanelerde ülke tarihinin en vahşi katliamı gerçekleşti. Halk düşmanı politikalar en yoğun olarak bu dönem hayata geçirildi. Kısacası, geçmişten beri olduğu gibi, bugün yine emekçilerin ve özellikle de Alevilerin oylarına göz diken ve “en halkçı” olma iddiasını “koruyan” sosyal demokrat partiler ne zaman işbaşına geldiyse, katliamlar yolsuzluklar ve sosyal yıkım daha da arttı. Emekçi semtlerdeki halk yığınları en büyük tokadı büyük umutlarla oy verdikleri bu partilerden yediler. AKP, DYP, MHP vd. faşist partiler döneminde olduğu gibi, CHP, SHP vd. sözde “halkçı” özde ise yine faşist partiler döneminde de halkın payına yine, asfalt yerine çamur, ekmek yerine işsizlik açlık, yoksulluk, barınma hakkı yerine gecekondu yıkımı ve bir bütün olarak sosyal yıkım düşmekte.
Üreten biziz, yöneten de biz olacağız!
Bizler onlar için seçim döneminde oy vermesi beklenenler, seçimden sonra, “anamızı alıp gitmesi, babalar gibi satılması gerekenleriz.” Bizler, tersanede, ölüsü aylar sonra bulunan, iş cinayeti kurbanlarıyız! Bizler, deri sanayinde direnişte jandarma saldırısıyla yüz yüze gelince, “oğlum biz bunlara ne yaptık, onlar da bizim çocuklarımız, ama bize küfür ediyorlar, ekmek parası için, yaşamak için hakkımızı istiyoruz” diyen sendikalı kadının isyan feryadıyız! Bizler, “gözümüzü toprak doyurması” gerekenleriz! Bizler, hayatları ellerinden alındıktan sonra evleri de yıkılan, “burada bu kadar genç var, bunun hesabı sorulur elbet!” diyenleriz! Bizler, “iyi çocukların” korkusu, halkların kardeşliğiyiz! Bizler, makineye kaptırılan kol, Ordu’da miting alanında köylüyüz! Ve bunun içindir ki, bu seçimlerde de yine sizleri boykot edecek ve bizleri ve bir bütün olarak emekçi halkı aldatmanıza izin vermeyeceğiz. Bizler, üreten, yaratanız! Bunun içindir ki, er geç halk iktidarını kuracak ve bizler olacağız yöneten! (Kartal)
Fabrika işçisi kadınlar, evin kölesi kadınlar… Emekçi kadınlar öfkeli soluklarıyla sokaktalar. Evde, fabrikada, hayatın her alanında aşağılanmalara, tacize, ağır çalışma koşullarına ve cinsel ayırımcılığa maruz kalan kadınlar “Artık yeter” diyerek sokaklarda haykırıyorlar!
Tarih 8 Mart 1857'yi gösterirken, Amerika’da Chicagolu kadınlar sokaklara çıkıyorlardı. Tarih onların çifte ezilmişliklerini yazdı hep. İşte şimdi yaşamlarının bu döngüsüne bir çomak sokuyorlardı. Binlerce yıllık kahırla, kinle, umutla dolduruyorlardı alanları.
Ne istiyordu emekçi kadınlar? Günde 15 – 16 saate varan vahşi sömürü koşularına karşı 10 saatlik iş günü istiyorlardı. Erkekler gibi, eşit işe eşit ücret istiyorlardı. Aşağılanmak, hor görülmek, ayırımcılığa maruz kalmak istemiyorlardı. Tüm bu taleplerini “Ekmek ve Gül İstiyoruz” diye özetliyorlardı. “Ekmek” daha iyi bir ücret ve karın tokluğunu simgelerken “Gül” daha kaliteli yaşam koşullarını simgeliyordu.
“Ekmek ve Gül” isteyenlerin karşılarında patronun polisi vardı. Yürüyorlardı. Saflarından kızkardeşleri ölerek, yaralanarak düşüyordu bir bir. Yürüyüş ve grevleri kanla bastırıldı.
Ama Chicago’nun sokakları ve kadınları, O günü asla unutmayacaktı.
Hatırasını kızıl bir gül gibi taşıyacaklardı göğüs kafeslerinin içinde. Bir kez silkinip kalmışlardı işte. Onları boyunduruk altına almak artık kolay olmayacaktı.
Bin yıl da geçse daha demincek
Aradan 50 yıl geçti. 8 Mart 1908’de Chicagolu kadınlar bir kez daha doldurdu alanları. Bu defa 50 yıl önceki taleplerine yenilerini eklemişlerdi: 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve çocuk emeği ile ilgili yasa istiyorlardı. Direniş yine patronların kendilerine has yöntemleriyle, kanla bastırıldı. 140 kadın öldürüldü birçoğu da tutuklandı.
Ancak ateş yakılmıştı bir kere. Bu mücadele kıvılcımı bütün dünyayı saracak, emekçi kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir pusula olacaktı. Mücadeleyle geçen bu süreçten sonra kadınlar birçok hak elde etmeyi başarmışlardı.
Chicagolu kadınlar hala önümüzde yürüyor
Alman komünist Clara ZETKİN 1910 yılında Kopenhag’daki Kadın Konferansı’nda, öldürülen kadınların anısına, 8 Mart’ın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal‘e önerdi. Enternasyonal’de bu öneri kabul edildi. (Enternasyonal, işçilerin uluslararası mücadele birliğidir.)
1975 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan ederken kimilerinin düşündüğünün aksine, 8 Mart’ın özünü, gerçek içeriğini boşaltmanın ilk adımını da atıyordu. Ve o tarihten bugüne dek dünyada iki farklı 8 Mart kutlanması gelenek haline geldi.
8 Mart, dünya tarihine patronların ezdiği işçi kadınların, burjuvalara karşı verdiği zorlu ve kanlı mücadelesiyle yazıldı.
Öyleyse 8 Mart’la burjuvazinin işi ne?
Çünkü binlerce yıl da geçse onun hatırlanmasını, sokaklarda kutlanmasını engelleyemiyor. Engelleyemiyorsan evcilleştir. Kendi kabul edeceğin sınırlara çek. İşçi ve emekçilerin kafasını bulandır. Yaptıkları budur. 8 Mart’ı bir mücadele günü olmaktan çıkarmak, kadın işçi ve emekçilerin belleğinden silmek. Sulu bir kadına hediye almak günü olarak yaygınlaştırıp yozlaştırmak.
Oysa, 8 Mart emekçi kadınların özgürlük ve emek mücadelesinde önemli bir mihenk taşıdır. İşçi kız kardeşlerimizin gözüpek mücadelesiyle yazılan bu tarih, biz işçi ve emekçi kadınların bugünkü mücadelesine taşınarak yaşatılabilir.
Yürüyeceğimiz yol, yüzlerce yıl önce Chicagolu kadınlar tarafından çizilmiştir. Öyleyse; YÜRÜYELİM!
“Önderlerini vur”
Yazılarındaki teorik hatalara rağmen Rosa Luxemburg, Alman ve uluslararası işçi sınıfının önde gelen önderlerinden birisiydi. Burjuvazi, proleter yığınlar içinde kök salmış Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi işçi sınıfı önderlerinin ne denli tehlikeli olabileceklerini çok iyi biliyordu ve bu nedenle her türden aracı kullanarak onlarla mücadele ediyordu.
Kapitalist düzeni sarsan Kasım devriminden ve arkasından gelen Ocak ayaklanmasından sonra açık katliamlar gerçekleştirmekten de çekinmemeye başladılar. “Önderlerini vur” yazılı afişler her tarafa yayıldı ve proletaryanın önderlerinin avına çıkıldı.
SPD’nin doğrudan katılımıyla, Soğuk bir kış günü, 15 Ocak 1919′da Rosa, Liebknecht ve Wilhelm Pieck gözaltına alındı. Pieck kaçmayı başarırken, Luxemburg ile Liebknecht cellatların elinde kaldı.
Luxemburg’un başı dipçikle ezildi, ölene kadar dövüldü. Liebknecht de başına sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Son nefeslerine kadar cesur ve kararlı olan iki devrimcinin bedenleri, Landwehr Kanalı’na atıldı. Aylarca bulunamadılar.
“15 Ocak’ta görüşmek üzere…“
Ama burjuvazinin onları kaybetme planı tutmadı. Onların anısı bugün de canlıdır. Onların ve Alman komünist-devrimcilerinin anısına Berlin’de yapılan Anıt mezar, her sene 15 Ocak’ta enternasyonalizmin en sıcak yaşandığı anlara sahne olur. Hangi ulustan olduğu bilinmeyen, değişik yaşlarda binlerce insan, “iğne atsan yere düşmez” kalabalıkta iç içedir. Sınıfsız-sömürüsüz dünya özleminin dolayımsız ifadesi olan Enternasyonal, birçok değişik dilden, hep birlikte söylenir.
“İdeallerini/ ideallerimizi yaşatmak için, seneye 15 Ocak’ta görüşmek üzere…” diyerek ayrılınır oradan…
Meksika işbirlikçi burjuvazisinin kamu işçi ve emekçilerine saldırısı yalnızca ekonomik de değil. Burjuvazi, bu saldırılarla asıl olarak, başta son dönemde militan direnişlerle öne çıkan eğitim emekçileri olmak üzere kamu emekçilerinin direncini kırmaya çalışıyor. Kamu emekçilerinden de cevabını anladığı dilden alıyor!
Meksika'da 1 Mayıs, 2, 3, 4 Mayıs'a ve sonrasına, giderek kitleselleşen ve ülke çapında yaygınlaşan grev, gösteri ve işgallerle taşınıyor. Meksika'da başını Ulusal Öğretmenler Sendikası'nın çektiği direnişin startı, 1 Mayıs gösterilerin hemen ardından 2 Mayıs'ta 100 bin öğretmenin yasa tasarısına karşı mahkemelere eylemli başvurularıyla verildi.
Aynı gün kuzeydeki Chihuahua'dan güneydeki Chipas'a kadar onbinlerce kamu emekçisi, işçi ve öğrenci, ülke çapında gösteriler başlattı. Sayısız kitle gösterisi yapıldı, bazı devlet binaları işgal edildi, otoyollara barikatlar kuruldu, ABD ve Guatemala sınırları göstericiler tarafından kapatıldı.
Chihuahua şehriyle birlikte, geçtiğimiz aylarda görkemli bir direnişin yapıldığı Oaxaca şehri de göstericiler tarafından yeniden işgal edildi. Tamualipas'ta meydanları ve hükümet-belediye binalarını benzer bir işgal girişimi ise şimdilik sonuçsuz kaldı.
Göstericiler sosyal güvenlik ve emeklilik yasasının yanısıra, Meksika'nın ABD ile yoğunlaşan "güvenlik işbirliği anlaşmaları"nı, enerji kaynaklarının özelleştirilemesini ve artan hayat pahalılığını protesto ediyorlar. ABD'nin onlarca Kübalının katili kontra
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder