
Simit alırken dikkat edin verdiğiniz para size gaz, cop ve gözaltı olarak dönebilir!Seçim dönemine girilmesiyle birlikte iki ana kulvarda yarış başladı. İlki herzamanki bayalığı ile hemen tanınan “vaat sallama” kulvarı. Türkiye proletaryasının gün günden ağırlaşan yaşam koşullarındaki yıkımla da farkında olduğu yalanlar, yalnızca tuzaktaki yem kadar anlamlıdır. Muhafazakarı, liberali, sosyal demokratı, faşisti ve tüm ara kategorileriyle patronların ayakçıları olan partiler ava çıkmış durumdalar. Kim daha çok işçi, köylü, esnaf avlayacak? “Oy”ları şahsında “insanca ve sosyal yaşam”a olan özlemlerine ipotek koyacak, iradelerini kim gemleyecek? Ve tabi, kapitalist sömürünün devamını en iyi kim garantileyecek?
"Güven Timleri" bugün Vatan Emniyet Müdürlüğü bahçesinde basına fotoğrafta görüldüğü üzere böyle sergilendiler...Peki bu teşhirin tek amacı reklam mı? Hayır! Amaç, toplumsal paranoyayı yaymak... Bir simitçiye, piyangocuya, dilenciye vs. vs. sivil polis kuşkusu ve korkusuyla bakılmasını sağlamak...Tüm tartışma, kavga ve yarış bunun üzerine sürüyor. Ama hayat da, kapitalistlerin karları için hayata müdahaleler de durmaksızın devam ediyor.Kimilerinin "polis devleti" söylemiyle karşıladığı yasa ve yürütmeliklerdeki değişiklikler fiili uygulamalara resmiyet kazandırmakla sınırlı olmasa da sistemin faşist karakterini belirginleştirmekten öte anlam da taşımıyor.Bu uygulamalardan birini daha, İstanbul Emniyet Müdürlüğü bugün yaptığı tantanalı bir gösteriyle tanıttı. “Güven Timleri” ve “Yıldırım Ekipleri” adları verilen uygulamalar amiyane tabiriyle “Tebdil-i kıyafet” ederek aramıza katılacak sivil polislerle; gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, kapkaç ve yankesicilik gibi suçlara karşı daha etkin mücadele edileceği “müjde”lendi.Hafızalarımızı biraz zorladığımızda, meydan ve caddelerle başlayıp sokaklara kadar sızan kameralı gözetleme sistemi için de aynı şeylerin söylendiğini hatırlayabiliriz.O zaman da, bildik “saklayacak bir şeyi olmayanın rahatsız olacak bir şeyi de yoktur” tehditleriyle karşılaşılmıştı. Ama ne kapkaçlar ne dolandırıcılıklar ne de gasplar bitti.Tersine kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanlar, en kolay ulaşabildikleri, kendileri gibi insanları yani, aslında kendilerini hedefe çakarak saldırılarını artırarak devam ettirdiler. Kaybettiler ve kaybettiriyorlar.Şimdi tuzukurular ittifakı meydan cümbüşlerinde abartılı kitleselliklerinin de gazıyla, kerameti kendinden menkul bir “laiklik” savunuculuğuyla idare ederlerken, yapılan “kamuoyu yoklamaları”nda güvenlik, işsizlikle birlikte en önemli sorun olarak kayda geçiyor."Çiçekçi, ayakkabı boyacısı, pizza dağıtıcı ya da alkolik gibi davranarak" görev yapacak olan sivil polisler ("Güven" Timleri), kapitalistlerin hibe ettiği 179 motosiklet ve 359 otomobille donantılan "Yıldırım Ekipler"i tarafından desteklenecek.Peki bunca insanı Kirli Savaş yöntemi olarak köylerini, tarlalarını yakıp, beş parasız ve imkansız bırakarak zoraki göçlerle yerinden, yurdundan sürüp İstanbul, Adana, İzmir ve diğer şehirlere kim göçertti? Ya sürüldükleri yerlerde Kürt diye iş vermeyen, kılık kıyafetinden, kültür ve yaşam tarzından dolayı aşağılayanlar kimdi?O çok tantanası yapılan “özgürlükçülük” gösterilerinde, sürgün ve göçlerin, kirli savaşın komuta kademesiyle, proletaryaya ve emekçilere karşı rejimin pervasız savunucusu CHP ve tüm diğerleriyle kolkola giren sendika ve konfederasyonların kitleleri olan proletarya ile emekçiler, kime karşı ve kiminle yanyana olduklarının, kime yedeklendiklerinin ve sırtlarına basa basa hangi faşist politikaların hayata geçirildiğinin farkına varmalılar.“Yıldırım ve Güven Timleri” bu yolda yalnızca ilk adımlar. Kayıtsız ve rastgele gözaltılarıyla 1 Mayıs saldırıları hedeftekinin kim olduğunu yeterince net bir şekilde gösteriyor.“Daha meydana gelmeden önlenecek olaylar” için 12 Eylül günlerini hatırlamaya gerek yok. Kirli Savaşın hallaç pamuğu gibi salladığı Kürt illerine; bombayı attıktan hemen sonra halkın yakaladığı “iyi çocuk”ların sonuçta nasıl serbest kaldıklarına; birde iyiliğimiz için bombaladıklarını açıklayabilme pişkinliklerine; suçu olmadan önlemenin toplu gözaltılar ve işkenceler olduğuna gözucuyla bakıvermek yeterlidir.Suçun işlenmeden önce önlenmesi ile polisiye uygulamalar arasında ilişki kurulmasını Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal, “yeni bir konsept” olarak adlandırsa da, son İstanbul 1 Mayıs gösterilerinde hayata geçirilen, ulaşım hakkının bir bütün olarak gasp edildiği, adım başı kimlik kontrollerine paralel olarak gerçekleştirilen üst aramalar, gidilen yerin ve neden gidildiğinin ispat edilmeye zorlanıldığı uygulamalar, bir gerçekliğin altını kalınca çizer:Özgürlükler ancak uğruna mücadele edildiği ve bu mücadelenin gerekleri doğrultusunda örgütlenildiği kadardır. Yoksa, yalnızca ve mutlak olarak sömürüyle varolabilen kapitalizm, bu sömürünün hedef kitlesi olan proletarya üzerindeki şiddet ve zorla içiçe geçen egemenliğinden vazgeçmeyecektir.Yoksa, faşizme altlık olan orta sınıf tuzukuruluğu, Taksim kafelerinde, “hikmetinden sual olunamayacak” maskeli polislerin tokatlarından kurtarmıyor...
Fabrika işçisi kadınlar, evin kölesi kadınlar… Emekçi kadınlar öfkeli soluklarıyla sokaktalar. Evde, fabrikada, hayatın her alanında aşağılanmalara, tacize, ağır çalışma koşullarına ve cinsel ayırımcılığa maruz kalan kadınlar “Artık yeter” diyerek sokaklarda haykırıyorlar!
Tarih 8 Mart 1857'yi gösterirken, Amerika’da Chicagolu kadınlar sokaklara çıkıyorlardı. Tarih onların çifte ezilmişliklerini yazdı hep. İşte şimdi yaşamlarının bu döngüsüne bir çomak sokuyorlardı. Binlerce yıllık kahırla, kinle, umutla dolduruyorlardı alanları.
Ne istiyordu emekçi kadınlar? Günde 15 – 16 saate varan vahşi sömürü koşularına karşı 10 saatlik iş günü istiyorlardı. Erkekler gibi, eşit işe eşit ücret istiyorlardı. Aşağılanmak, hor görülmek, ayırımcılığa maruz kalmak istemiyorlardı. Tüm bu taleplerini “Ekmek ve Gül İstiyoruz” diye özetliyorlardı. “Ekmek” daha iyi bir ücret ve karın tokluğunu simgelerken “Gül” daha kaliteli yaşam koşullarını simgeliyordu.
“Ekmek ve Gül” isteyenlerin karşılarında patronun polisi vardı. Yürüyorlardı. Saflarından kızkardeşleri ölerek, yaralanarak düşüyordu bir bir. Yürüyüş ve grevleri kanla bastırıldı.
Ama Chicago’nun sokakları ve kadınları, O günü asla unutmayacaktı.
Hatırasını kızıl bir gül gibi taşıyacaklardı göğüs kafeslerinin içinde. Bir kez silkinip kalmışlardı işte. Onları boyunduruk altına almak artık kolay olmayacaktı.
Bin yıl da geçse daha demincek
Aradan 50 yıl geçti. 8 Mart 1908’de Chicagolu kadınlar bir kez daha doldurdu alanları. Bu defa 50 yıl önceki taleplerine yenilerini eklemişlerdi: 8 saatlik iş günü, oy hakkı ve çocuk emeği ile ilgili yasa istiyorlardı. Direniş yine patronların kendilerine has yöntemleriyle, kanla bastırıldı. 140 kadın öldürüldü birçoğu da tutuklandı.
Ancak ateş yakılmıştı bir kere. Bu mücadele kıvılcımı bütün dünyayı saracak, emekçi kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir pusula olacaktı. Mücadeleyle geçen bu süreçten sonra kadınlar birçok hak elde etmeyi başarmışlardı.
Chicagolu kadınlar hala önümüzde yürüyor
Alman komünist Clara ZETKİN 1910 yılında Kopenhag’daki Kadın Konferansı’nda, öldürülen kadınların anısına, 8 Mart’ın “DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ” olarak kabul edilmesini 2. Enternasyonal‘e önerdi. Enternasyonal’de bu öneri kabul edildi. (Enternasyonal, işçilerin uluslararası mücadele birliğidir.)
1975 yılında Birleşmiş Milletler aldığı bir kararla, 8 Mart’ı “Dünya Kadınlar Günü” olarak ilan ederken kimilerinin düşündüğünün aksine, 8 Mart’ın özünü, gerçek içeriğini boşaltmanın ilk adımını da atıyordu. Ve o tarihten bugüne dek dünyada iki farklı 8 Mart kutlanması gelenek haline geldi.
8 Mart, dünya tarihine patronların ezdiği işçi kadınların, burjuvalara karşı verdiği zorlu ve kanlı mücadelesiyle yazıldı.
Öyleyse 8 Mart’la burjuvazinin işi ne?
Çünkü binlerce yıl da geçse onun hatırlanmasını, sokaklarda kutlanmasını engelleyemiyor. Engelleyemiyorsan evcilleştir. Kendi kabul edeceğin sınırlara çek. İşçi ve emekçilerin kafasını bulandır. Yaptıkları budur. 8 Mart’ı bir mücadele günü olmaktan çıkarmak, kadın işçi ve emekçilerin belleğinden silmek. Sulu bir kadına hediye almak günü olarak yaygınlaştırıp yozlaştırmak.
Oysa, 8 Mart emekçi kadınların özgürlük ve emek mücadelesinde önemli bir mihenk taşıdır. İşçi kız kardeşlerimizin gözüpek mücadelesiyle yazılan bu tarih, biz işçi ve emekçi kadınların bugünkü mücadelesine taşınarak yaşatılabilir.
Yürüyeceğimiz yol, yüzlerce yıl önce Chicagolu kadınlar tarafından çizilmiştir. Öyleyse; YÜRÜYELİM!
“Önderlerini vur”
Yazılarındaki teorik hatalara rağmen Rosa Luxemburg, Alman ve uluslararası işçi sınıfının önde gelen önderlerinden birisiydi. Burjuvazi, proleter yığınlar içinde kök salmış Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi işçi sınıfı önderlerinin ne denli tehlikeli olabileceklerini çok iyi biliyordu ve bu nedenle her türden aracı kullanarak onlarla mücadele ediyordu.
Kapitalist düzeni sarsan Kasım devriminden ve arkasından gelen Ocak ayaklanmasından sonra açık katliamlar gerçekleştirmekten de çekinmemeye başladılar. “Önderlerini vur” yazılı afişler her tarafa yayıldı ve proletaryanın önderlerinin avına çıkıldı.
SPD’nin doğrudan katılımıyla, Soğuk bir kış günü, 15 Ocak 1919′da Rosa, Liebknecht ve Wilhelm Pieck gözaltına alındı. Pieck kaçmayı başarırken, Luxemburg ile Liebknecht cellatların elinde kaldı.
Luxemburg’un başı dipçikle ezildi, ölene kadar dövüldü. Liebknecht de başına sıkılan kurşunlarla öldürüldü. Son nefeslerine kadar cesur ve kararlı olan iki devrimcinin bedenleri, Landwehr Kanalı’na atıldı. Aylarca bulunamadılar.
“15 Ocak’ta görüşmek üzere…“
Ama burjuvazinin onları kaybetme planı tutmadı. Onların anısı bugün de canlıdır. Onların ve Alman komünist-devrimcilerinin anısına Berlin’de yapılan Anıt mezar, her sene 15 Ocak’ta enternasyonalizmin en sıcak yaşandığı anlara sahne olur. Hangi ulustan olduğu bilinmeyen, değişik yaşlarda binlerce insan, “iğne atsan yere düşmez” kalabalıkta iç içedir. Sınıfsız-sömürüsüz dünya özleminin dolayımsız ifadesi olan Enternasyonal, birçok değişik dilden, hep birlikte söylenir.
“İdeallerini/ ideallerimizi yaşatmak için, seneye 15 Ocak’ta görüşmek üzere…” diyerek ayrılınır oradan…
Meksika işbirlikçi burjuvazisinin kamu işçi ve emekçilerine saldırısı yalnızca ekonomik de değil. Burjuvazi, bu saldırılarla asıl olarak, başta son dönemde militan direnişlerle öne çıkan eğitim emekçileri olmak üzere kamu emekçilerinin direncini kırmaya çalışıyor. Kamu emekçilerinden de cevabını anladığı dilden alıyor!
Meksika'da 1 Mayıs, 2, 3, 4 Mayıs'a ve sonrasına, giderek kitleselleşen ve ülke çapında yaygınlaşan grev, gösteri ve işgallerle taşınıyor. Meksika'da başını Ulusal Öğretmenler Sendikası'nın çektiği direnişin startı, 1 Mayıs gösterilerin hemen ardından 2 Mayıs'ta 100 bin öğretmenin yasa tasarısına karşı mahkemelere eylemli başvurularıyla verildi.
Aynı gün kuzeydeki Chihuahua'dan güneydeki Chipas'a kadar onbinlerce kamu emekçisi, işçi ve öğrenci, ülke çapında gösteriler başlattı. Sayısız kitle gösterisi yapıldı, bazı devlet binaları işgal edildi, otoyollara barikatlar kuruldu, ABD ve Guatemala sınırları göstericiler tarafından kapatıldı.
Chihuahua şehriyle birlikte, geçtiğimiz aylarda görkemli bir direnişin yapıldığı Oaxaca şehri de göstericiler tarafından yeniden işgal edildi. Tamualipas'ta meydanları ve hükümet-belediye binalarını benzer bir işgal girişimi ise şimdilik sonuçsuz kaldı.
Göstericiler sosyal güvenlik ve emeklilik yasasının yanısıra, Meksika'nın ABD ile yoğunlaşan "güvenlik işbirliği anlaşmaları"nı, enerji kaynaklarının özelleştirilemesini ve artan hayat pahalılığını protesto ediyorlar. ABD'nin onlarca Kübalının katili kontra
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder